Tarama Sonuç Kümeleri
Kümeler aramadaki ilk 100 sonuca göre oluşturulmuştur.

Tümünü Listeye Ekle
Şehirlerin cadde ve sokak ağları insanların günlük faaliyetlerini ve yaşam kalitesini önemli derecede etkilemektedir. Bu çalışmada çizge teorisine dayanarak İzmir ve ilçelerinin sokak ve cadde ağının topolojik yapısı ve güvenilirliği incelenmiştir. İlçelerin sokak ve cadde ağları Open Street Map platformu aracıyla oluşturulup, çizge modeline dönüştürüldükten sonra düğüm derece dağılımı, çap ve yarıçap, dış merkezlilik, kümeleme katsayısı ve en küçük bağlı hakim küme gibi 17 farklı özellik hesaplanmıştır. Örneğin, İzmir ilçelerinin çıkmaz sokaklarının sayısı ve yoğunluğu, konumlar arası alternatif patikaların sayısı, en kısa patikaların uzunluğu, seçili konumlardan geçen en kısa yollar ve kritik caddeler ve kavşaklar gibi çeşitli veriler üretilmiştir. Bu veriler, ilçelerin gelişme durumunu değerlendirmek için alternatif ve somut ölçekler ortaya koyarak ilçeler arasında ve İzmir ile diğer şehirler arasında somut karşılaştırma olanaklarını sağlamaktadır. Yapılan hesaplamalara göre, İzmir’in ilçelerinde ortalama 4196.33 ve 6140.9 kenar bulunmaktadır. En çok düğüm ve kenara sahip Bornova ilçesinde 10223 düğüm ve 15772 kenar ve en az düğüm ve kenara sahip Beydağ ilçesinde 427 düğüm ve 557 kenar bulunmaktadır. Tüm ilçelerin ortalama düğüm derecesi 2.88, ortalama kritik düğüm sayısı 680.6, ortalama kritik kenar sayısı 808.56, çıkmaz sokakların ortalama sayısı ve oranı sırayla 657.26 ve %16.88, en küçük kapsayan ağaçların ortalama kenar sayısı 4195.33 ve bu ağaçların ortalama uzunluğu 591493.84 m olarak hesaplanmıştır. En az orana sahip Karabağlar ilçesinde kenarların %61.64’u en küçük kapsayan ağaçta kullanılırken en yüksek orana sahip Kiraz ilçesinde kenarların %78.49’u en küçük kapsayan ağacında kullanılmıştır. İlçelerinin sokak ve cadde ağında rastgele seçilen iki konum arasında ortalama 1.91 bağımsız patika bulunmaktadır.
This study aims to examine the variables of attachment styles , family functioning, and locus of control in individuals with and without alcohol use disorder. The 54 participants, including 51 male and 3 females with alcohol use disorder between the ages of 18-60s were chosen from the outpatients of xx service, the attendants of xx meetings, and the people referred by them. The control group consisted of 60 participants who were similar to the study group in terms of age and gender variables, without alcohol use disorder and psychological disorder. Data were collected through a questionnaire including Sociodemographic Data Form, Michigan Alcoholism Screening Test (MAST), Experiences in Close Relationships - Revised (ECR -R), Family Assessment Device (FAD), and Rotter’s Locus of Control Scale (LCS). In the results of the study, it was found that the participants with alcohol use disorder had a significantly higher ECR-R anxiety and avoidance score, and LCS score than the control group. Participants with the alcohol use disorder had a considerably lower FAD score than the control group. Finally, the effects of the applied scales on alcohol addiction are analyzed and it was concluded that the scores of FAD and LCS had a statistically significant effect on alcohol addiction. Accordingly, an increase in the FAD score by one unit reduces the alcohol addiction risk by %95, while an increase in the LCS score by one unit increases the alcohol addiction risk by %31.
Amaç: Çalışmada, meyveli süt ürünlerinde, sentetik boya varlığının tespit edilmesi, ayrıca anket çalışması ile ebeveynlerin süt ürünlerinde gıda boyası üzerinde tüketici tercihleri ve tutumlarının kıyaslanması amaçlanmıştır. Materyal ve Yöntem: Piyasadan 59 adet meyveli süt ürününde HPLC yöntemiyle suda çözünen sentetik boyaların tespiti ve miktar belirlenmesi yapılmıştır. İzmir ili merkez ilçelerinde yaşayan ebeveynlerin tüketici alışkanlıklarının belirlenmesi amacıyla kolayda örnekleme ve kartopu örneklemesi kullanılarak anket yapılmıştır. Ankette demografik özellikler, ebeveynlerin gıda ve beslenmeye yönelik eğitim ve bilgi düzeyleri, ebeveynlerin gıda boyası bulunan/bulunduğu düşünülen ürünlere yönelik tüketici alışkanlıklarını belirlemeye yönelik toplam 28 soru sorulmuştur. Toplanan veriler IBM SPSS 18 programında analiz edilmiştir. Analizde bağımsız örneklem t-testi analizleri gerçekleştirilmiştir. Araştırma Bulguları: 59 üründen 3 adet pastane dondurmasında sentetik boya tespit edilmiştir. Tespit edilen miktarlar ilgili yönetmeliğe göre yasal sınırlar içerisinde yer almaktadır. Eğitim alan ve almayan ebeveynlerin meyveli süt ürünü tercihleri farklılık göstermektedir. Ebeveynlerin %54’ü gıda boyası hakkında bilgiye sahip iken, %45’i ise gıda boyası hakkında bilgiye sahip değildir. Ebeveynlerin %98’i ürünlerin son tüketim tarihine bakmakta, %88’i ise etiket bilgilerini okumaktadır. Sonuç: Etiketli ürünlerde, etiketinde sentetik boya kullanmadığını beyan ettiği hiç bir üründe sentetik boya tespit edilmemiş, etiket bilgisine kolayca ulaşılamayan pastane ürünlerinin bazılarında ise sentetik boya tespit edilmiştir.
Objective: Objective: Medication-related osteonecrosis of the jaws (MRONJ), is often described as a side-effect of bisphosphonates within the dental school curriculum. However, as highlighted in the current literature, some antiresorptive and antiangiogenic drugs may also cause MRONJ. This study aimed to investigate the awareness and knowledge of post-graduate dental students (PDSs) from different specialty/doctoral programs towards MRONJ. Methods: An electronic questionnaire containing 28 questions in 3 different sections focusing on demographic characteristics, general information, and clinical attitude, was prepared. Two-thousand PDSs from 27 universities were invited to participate in the survey in December 2021. The obtained data were evaluated statistically using descriptive statistics and the Chi-Square test (p=.05). Results: The response rate of the survey was 10%. The number of PDSs showed a homogeneous distribution for each specialty, whereas the number of women participants was higher than that of men (p.05). PDSs had higher rates of correct answers to general information questions about antiresorptive drugs than for antiangiogenic drugs. 92% of participants stated that they obtained their knowledge about MRONJ from their undergraduate education. Conclusion: The findings of this study reveal the necessity of updating the dental school curriculum in line with the current literature on MRONJ, as well as including more postgraduate courses on MRONJ during the specialty/doctoral education period.
The aluminosilicate clay minerals (Al2Si2O5(OH)4·nH2O) known to exist in nature are called halloysite nanotubes (HNTs). HNTs, which are found in layered, spherical, flat and other forms, can be obtained naturally as well as synthetically. HNTs with an outer diameter of 50 nm and a length ranging from 500 to 1000 nm have a hollow and nanotube-shaped structure. It has natural deposits in Brazil, Turkey, New Zealand, China, the United States, Korea, Japan, and France, and it is a low-cost material that can be obtained through ore purification. Thanks to their high surface area, large pore volume, rheological properties, high interactions, and high binding capacities with biopolymers, HNTs are used in a wide range of areas. For example, HNTs have become a frequently used material in environmental applications such as wastewater treatment and removal of organic contaminants and dyes. It is also used in the production of nanoelectronics and nanocomposites, catalytic studies, flame retardants in make-up materials, forensic sciences and biomedical fields. The specific properties of HNT used in the biomedical field lead to numerous applications. In this review, it is aimed to present the advantages of HNTs for use in drug delivery systems, immune therapy, anti-infection applications, cancer therapy, bioimaging, biosensing applications, tissue engineering applications, implants and hygiene-cosmetics materials.
Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde olduğu 1300-1922 arasında, Anadolu, Balkanlar, Doğu Avrupa, Kafkasya, Türkistan, Orta Doğu, Ege ve Akdeniz havzası gibi çok geniş coğrafi alanlarda hüküm sürmüş, daha sonra siyasi tarih sahnesinden çekilmiştir. Osmanlıların yüzyıllar boyunca hükmettiği coğrafyalara dair ürettikleri her türlü yazılı doküman, bilgi, belge ve kayıtlar ise arşivlerinde saklanmıştır. Yukarıda sayılan coğrafyalarda bugün yaşayan pek çok devlet, millet ve siyasi yapının 500-700 yıllık tarihlerinin belgelere dayalı bir şekilde yazılması, ancak bu arşivlerin incelenmesi ile mümkündür. Osmanlı Devleti'nin arşiv mirası olan Osmanlı Arşivleri, Hazine-i Evrak adıyla resmi olarak kurulduğu 1846 yılından günümüze, Türk ve dünya tarihçiliğinin ampirik malzeme bakımından ana merkezlerinden birisi olagelmiştir. Arşivlerin bağımsız bir kurum olarak Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde tesis edildiği 1846 yılında günümüze ise yine 177 yıllık kurumsal bir tarih oluşmuştur ve bu kurumsal tarihin incelenmesi, tarihçilik açısından önem arz etmektedir. Bu yazıda arşiv çalışmaları tarihi hakkında yakın dönemde yayımlanmış olan Arşivciliğimizin Yüz Yılı (1846-1945) isimli eser ele alınmış, kitabın genel olarak tarihçiliğe özel olarak da arşivcilik tarihi araştırmalarına katkısı incelenmiştir.
The goal of this article is to better grasp and interpret the elements for a specific term that influence Turkish-American bilateral affairs, which throughout the previous few years have experienced a roller coaster. Turkish foreign policy formerly followed a Western-based course in accordance with the state's goal of westernization. Turkish foreign policy, on the other hand, has changed gradually as it turned out to be evident that the protracted EU admission efforts would not come to a conclusion. Therefore, current foreign policy of Türkiye, which is less Western centric and intimately tied with the geography of the former Ottoman Empire, has had an impact on bilateral affairs with the United States. Common interests are the most essential element influencing bilateral ties between Türkiye and the United States. The article investigates how bilateral connections are sustained when two countries have mutual concerns, as well as the implications of this if the two states have opposing concerns. As a result of the research conducted for this study, the international organizations of which the two states are a part have been ineffective in changing the interest-oriented framework of the bilateral relationship.
Atasözleri; bir milletin binlerce yılın birikimi neticesinde oluşmuş olan, anonim karakter taşıyan, kısa, özlü ve kalıplaşmış nitelikte, öğüt verici ve yol gösterici sözlerdir. Bir milletin inançlarını, geleneklerini, olaylar karşısındaki tutumunu, dünyayı algılayış biçimini yansıtmaktadır. Ortak düşünce, kanı ve kabul içerdiğinden, hayat anlayışının ortak bir ifadesi, halk hikmeti, düşüncesi ve felsefesidir. Atasözlerini kültürel belleğin birer ürünü yaparak unutulmamalarını sağlayan etkileyici/çarpıcı bir dil ve üsluba sahip olmasıdır. Bu dil ve üslup yapısının en belirgin unsuru ise manzum olmaları, kafiye ve ölçü başta olmak üzere çeşitli edebi sanatlarla oluşturulmalarıdır. Atasözlerinde anlatımı etkili hale getiren söz sanatlarının biri de metafordur. “Metafor”, “bir sözcüğe kendi özel anlamının dışında bir anlam verilmesi” olarak tanımlamakta; atasözlerinde ise söz ekonomisi ve etkinin güçlendirilmesi amacıyla kullanılmaktadır. Fiziksel, sosyal ve kültürel deneyimlerden oluştuğundan, hayvancılıkla uğraşan bir toplumda hayvanlarla ilgili, tarımla uğraşan toplumda bitkiyle ilgili metaforlar kullanılması gibi, kültürden kültüre çeşitlilik gösterebilir. Bu bağlamda, halk felsefesini yansıtan işlenmiş kolektif metinler olarak bir toplumun sosyal ve fiziki çevresiyle kurduğu ilişki biçimleri ve davranış kodlarını oluşturan atasözleri için metaforik anlatım önem arz eder. Kendisiyle ve dış dünyayla ilgili algıları ilişkilendirmek suretiyle anlam vermeye çalışan birey olumlu ve/veya olumsuz anlam yükleyerek simgeleştirdiği unsurlarla bu sayede toplumun birer kültürel kimliğini oluşturur. Bu çalışmada, Kazan Tatarlarının kadınla ilgili metaforlu atasözlerinin anlam çözümlemeleri yapılarak Kazan Tatarlarında kadının toplumsal statüsünü örnek metinler üzerinden ortaya koymak amaçlanmıştır. Çalışmanın materyalini, Nekıy İsenbet’in Tatar Ḫalıḳ Mekallerě (Tatar Halkının Atasözleri) adlı üç ciltten oluşan serinin ikinci cildinden seçilen 237 metaforlu atasözü oluşturmuştur. İncelenen atasözlerinde “Tabiat Unsurları”, “Hayvanlar”, “Beden Unsurları”, “Nesneler”, “Renkler” ve “Diğer Metaforlar” olmak üzere altı ana grup metafor tespit edilmiştir. Bu atasözlerinde Kazan Tatarlarında kadının toplumdaki yeri, kadın cinsi latifinin genel özellikleri, cinsiyete bağlı sosyal rolleri, aile ve evlilikle ilgili ise eş seçmeye ve kadın- erkek ilişkilerine dair önemli veriler elde edilmiştir. Atasözlerinde anlatıma canlılık ve güç kazandıran metaforların anlam dünyası, Türk kültürünün ve mitolojisinin düşünce evreniyle paralellik göstermektedir. Atasözlerinde en geniş metafor grubunun tabiat unsurları ve hayvanlar olduğu tespit edilmiştir. Bunlar arasında ise çiçekler ve meyveler ile at, köpek ve kuşlar ön plana çıkmaktadır. Metaforlar üzerinden atasözlerinde çizilen kadın kimliğinde; konuşkan, nazlı, hileye yatkın ve değişken tabiatı öne çıkarılmış, bu nedenle kadınlara çok fazla güvenmemek ve her kadının tabiatına göre davranmak önerilmiştir. Atasözlerinde aile; soyun devamlılığını sağlaması yanında, insan yaşamını düzenlediği için önerilen önemli bir toplumsal yapıdır. Kadının en temel sosyal rolü ise annelik ve ev hanımlığıdır.
Kiraz, Türkiye’nin dış pazarda üstün olduğu ve dünya üretiminde ilk sırayı koruduğu bir üründür. Özellikle yetiştiği çoğu bölgede, diğer birçok ürüne göre nispeten yüksek getiriye sahip olması nedeniyle üreticiler için önemini korumaktadır. Bu çalışmada, Türkiye’de 2010-2021 yılları arasında kiraz üretim-tüketimi, dış ticareti, üretici-tüketici fiyatları ile girdi fiyatları incelenmiştir. İkincil verilerin kullanıldığı çalışmada bulgular, rakamların yanı sıra oran, indeks, trend analizi, pazarlama marjı, parite değişim yöntemleri aracılığıyla yorumlanmıştır. Bu kapsamda, Türkiye’de incelenen dönemde kiraz alanlarında, meyve veren ağaç sayısı, üretim miktarı ve verim ile tüketim miktarında artış olmuştur. Üretilen kirazın dışsatıma dönüşüm oranı ortalama %13,8 olarak gerçekleşmiştir. Kiraz üretim miktarı 5 yıllık yakın gelecek için tahmin edilmiş olup, üretim miktarının artış eğiliminin devam edeceği belirlenmiştir. Söz konusu dönem için kiraz üretici ve tüketici fiyatlarında dalgalanmalar gerçekleşmiştir. Üretici fiyatlarında ortalama dalgalanma oranı %11,1 iken, tüketici fiyatlarında %16,1 olmuştur. Cari kiraz fiyatları yaklaşık 4 kat artmışken, reel bazda %20,4 oranında azalmıştır. Hesaplanan pazarlama marjlarına göre çiftçi eline geçen oranlar düşük, aracıların eline geçen oranlar ise yüksektir. Son yıllarda tüketicilerin ödediği kiraz fiyatlarının %50’den fazlası aracılarda kalmıştır. Ayrıca kiraz fiyatları ile girdi fiyatları arasındaki ilişkiyi ortaya koymak amacıyla incelenen parite değişimlerine göre; kiraz fiyatları, mazot fiyatları ile işgücü ücretlerinin altında kalmıştır.
Lisianthus, çiçeklerinin uzun süre canlı kalması, birbiri ardına tomurcuklarının çiçeklenmesi ve gösterişli çiçekleri nedeniyle tercih edilen bir kesme çiçekli süs bitkisidir. Tüm dünyada hızla sektöre giren bitkinin üretimi, ağırlıklı olarak hibrit çeşitlerin tohumlarından fide elde edilmesi ve bunların seralarda yetiştirilmesi yoluyla yapılmaktadır. Tohumlar ise yurt dışından ithal edilmektedir. Lisianthus türünde ıslah çalışmalarının başlatılması ve yerli ticari çeşitlerin geliştirilmesi önem taşımaktadır. In vitro çoğaltım teknikleri, ıslah döngülerini hızlandırmak için yardımcı olmaktadır. Lisianthus’ta in vitro mutasyon ve genetik transformasyon çalışmalarına zemin oluşturmak üzere doku kültürü yoluyla çoğaltım sistemini optimize etmek, bu çalışmanın amacını oluşturmaktadır. Lisianthus tohumları aseptik koşullarda çimlendirilmiş, gelişen in vitro fidelerden yaprak eksplantları hazırlanarak 10 farklı bileşime sahip MS temel besin ortamına alınmıştır. Sitokinin olarak TDZ’nin 5 dozu (0,5; 1,0; 2,0; 3,0; 4,0 mg/L) tek başına veya 0,5 mg/L NAA ile kombine edilerek kullanılmıştır. Kontrol ortamı olarak bitki büyüme düzenleyici ilavesi yapılmayan MS ortamı kullanılmıştır. Kontrol ortamı hariç çalışmada yer alan diğer tüm ortam kombinasyonlarında organogenesis elde edilmiştir. Sadece TDZ veya TDZ + NAA içeren ortamlarda eksplant başına 7,7-15,2 arasında sürgün oluşumu saptanmış, 4 mg/L TDZ ortamı gelişim ve sürgün sayısı özellikleri bakımından dikkati çekmiştir. TDZ’nin 3 ve 4 mg/L dozunda kullanıldığı ortamlarda eksplant başına sırasıyla 14,3 ve 15,2 adet sürgün elde edilirken, en yüksek ortalama sürgün uzunluğu 0,5 mg/L TDZ içeren ortamda gözlemlenmiştir. Sürgünlerin köklendirilmesi ve dış koşullara aktarılması başarıyla gerçekleştirilmiştir. Hormonsuz MS ve 1/2MS ortamlarında köklenme %100 olmuştur. Bitkiciklerin torf ve perlit karışımındaki saksılara aktarılması ve aklimatizasyonu da %95-100 arasında sağlıklı bitki elde edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu çalışma ile lisianthus yaprak eksplantlarından mikroçoğaltım aşamaları başarıyla tamamlanmıştır. Optimizasyon sağlanan in vitro lisianthus üretimi, hızlı çoğaltım veya in vitro ıslah uygulamaları için kullanımına hazır hale getirilmiştir.
The objectives of the study are to determine the flea density in goat farms in the Bornova district of the province of Izmir, investigate the reasons, and develop remedies. This study is a situation determination to determine the flea problem in extensive goat farms. The research sample, which was carefully selected from the agricultural and livestock records kept by the Bornova District Directorate, consisted of 39 goat farms. According to research, 84.61% of sheep and goat farms experience flea problems, and 94.87% of those farms lose animals as a result of flea infestations. 33.33% of the body colours of animals with fleas are black. The most frequently infested animals by fleas were goats (28.21%) and young animals (33.33%). The main symptoms of a flea infestation are itching and hair loss (17.95% and 20.51%). Removing manure from the barn was the most widely used flea management technique (38.46%), followed by using pesticides (17.95%). Cats or dogs were reported to have flea issues in 89.74% of the farms. As a result, if flock management activities including hygiene and sanitation, animal welfare, and health-protection techniques are done well, the damage caused by ectoparasites will be reduced. To prevent potential financial losses in the flock, it is recommended to emphasise to goat producers the importance of flea infestations and to apply appropriate flea control methods.
Objective: The objective of this study was to determine the best-fitted regression model for estimating egg weight of Isa Brown laying chickens using external and internal egg parameters. Materials and Method: Data collected include: egg weight (EWT), egg length (EL), egg diameter (ED), shell thickness (ST), shell weight (SW), albumen height (AH), albumen weight (AW), yolk height (YH), yolk weight (YW) and yolk length (YL). Data were subjected to statistical analysis procedures of SPSS (version 23.0.0). Egg weight was regressed on external and internal egg parameters using forward, backward and full model regression procedures, to determine the combinations of egg parameters that explain variation in the dependent variable. Results: Results showed that the mean (±SE) of EWT, EL, ED, ST, SW, AH, AW, YH, YW and YL were 60.49±0.47, 4.23±0.03, 2.94±0.02, 1.37±0.01, 6.04±0.05, 1.20±0.01, 36.30±0.39, 1.22±0.02, 15.29±0.15 and 2.32±0.02 respectively. The models of EWT = 30.638+0.582AW+0.571YW and EWT = -14.991+8.779EL+5.493ED+3.686SW are the best fitted regression models for predicting egg weight of Isa Brown laying chickens. Conclusion: Conclusively, egg weight of Isa Brown laying chickens can be improved through selection for EL, ED, ST and SW trait
Serbest bölge uygulamaları, ülkelerin ticaret hacmini arttırmak ve dış ekonomi politikalarını geliştirmek adına uygulanan faaliyet alanlarıdır. Ülkelerin dış ticarette avantaj sağlamak için kurduğu bölgelerin pozitif etkilerinin olması beklenmektedir. Son yıllarda serbest bölge uygulamaları tüm dünyada olduğu gibi Türkiye ekonomisi açısından da gelişmeler göstererek önemini gün geçtikçe arttırmaktadır. Araştırmanın temel amacı; Türkiye’de yer alan serbest bölgelerin performanslarını değerlendirmektir. Araştırmada; Ekonomi Bakanlığı’nın belirttiği Serbest Bölgeler verileri kullanılmaktadır. Microsoft Excel programı yardımı ile CRITIC yöntemi ile ağırlıkları hesaplanarak WASPAS ve GIA yöntemleri ile sıralama analizi yapılmaktadır. Örneklem 2022 yılı verileri kapsamında ele alınmakta ve çalışma evreni on sekiz serbest bölgeden oluşmaktadır. Elde edilen bulgularda; ağırlıklı olarak serbest bölgeleri etkileyen faktörün ithalat değişkeni olduğu tespit edilmiştir. İhracat performansları açısından ilk sırada Ege Serbest Bölgesi yer alırken, Rize Serbest Bölgesi son sırada yer aldığı görülmektedir. Değerlendirme sonucu olarak, Türkiye’nin dış ticaretine serbest bölgelerin önemli katkılar sağladığı yönündedir.
Objective: Phytophagous thrips are among the important pests of ornamental plants. Unlike other studies, in this study, thrips species mostly in perennial arboreal and shrub plants were investigated in the Balcalı location of Adana province, Türkiye in 2019-2020. Materials and Methods: Thrips were collected from ornamental plants by shaking method, and the collected individuals were stored in 60% ethyl alcohol. Results and Conclusion: Eleven harmful and two beneficial thrips species were determined from 788 adult thrips individuals collected. The most common and abundant in dense numbers, respectively, Hot pepper thrips, Thrips hawaiiensis (Morgan, 1913), Western flower thrips, Frankliniella occidentalis (Pergande, 1895) that they are important pests, and Gold-tipped tubular thrips, Haplothrips gowdeyi (Franklin, 1908) were determined and constituted 58.6%, 27.5% and 4.0% of the total individuals, respectively.
Antik dönemin en önemli liman kentlerinden biri olan Knidos, Akdeniz ve Ege Denizinin ticari ağında aktif geçiş ve durak noktası olmuştur. Kazı ve Araştırmalar sonucu tespit edilen veriler Klasik Dönemden Geç Antik döneme kadar Doğu Akdeniz ve Ege Adaları arasındaki coğrafyasında seramiklerden amphoralar, kandiller, mutfak kapları ve kırmızı astarlı kaplardan oluşan geniş bir yelpazede kentin ticaret merkezi durumunda oluşmasını desteklemektedir. Erken dönemlerden itibaren gerek kendi üretimi kapları gerek ithal ürünleri dış piyasaya ulaştırma, uzak ve farklı bölgelere seramik gruplarını teminini kolaylaştıran Geç Roma döneminde Knidos’ta bu seramiklerin başında Kırmızı Astarlı seramikler gelmektedir. Geç Roma-Geç Antik dönemde coğrafi alanlarda, farklı formlarda üretilen ve yayılan Kırmızı Astarlı Seramikler, bölgenin ekonomik düzeyini, ticaret sistemini belirlemede kolaylık sağlama ve ticari rotalarını belirginleşmesine imkan sunmaktadır. Knidos Antik kentinde ve özellikle de Geç Antik dönem kontekst yapı/mekânlardan ele geçen kaplarla beraber Akdeniz ve Ege bölgelerindeki ticaret sistemi içerisinde bulunan farklı seramik gruplarının yayınlanması, kentin üretim, ithalat ve ihracatı hakkında detaylı veriler aktaracaktır. Makalenin konusunu oluşturan Kıbrıs Kırmızı Astarlı kaplarla Geç Antik dönemde de yoğunluğunu ve varlığını ortaya koyan deniz ticareti, Knidos özelinde devam ettirdiğini bu kaplar kanıtlamaktadır. Geç Roma merkezleriyle özellikle de Kıbrıs ile olan iletişim ve ticari ilişkileri üzerinde durulacaktır. Knidos’tan ele geçen Kıbrıs Kırmızı Astarlı kapların üretim kalitesi, form dağılımı ve kapların yerel veya bölgesel etkileşimi hakkında bilgi sunması amaçlanmıştır.
Tarih boyunca devletlerarası ilişkilerde hediye, nişan ve madalyalar önemli bir rol oynamıştır. Hediye verilmesi dostane ilişkileri sürdürmek amaçlı olabileceği gibi, diğer devletin üstünlüğünü kabul etmek veya barış sağlamak amaçlı da kullanılmıştır. Nişân verme geleneği daha geç dönemlerde ortaya çıkmış olsa da özellikle 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin dış ilişkilerinde öne çıkan bir diplomatik araç haline gelmiştir. Sultan II. Abdülhamit dış politikasında muhatap devletlere nişân ve hediye gönderme siyasetini etkili şekilde kullanmıştır. Romanya’nın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Osmanlı Devleti ile Romanya arasında dostluk dönemi başlamıştır. Bu süreçte padişah ve kral arasında karşılıklı nişân erdikleri ve hediye gönderdikleri görülmektedir. Sultan II. Abdülhamit başta Romanya Kralı ve Kraliçesi olmak üzere birçok Romanya Devlet adamına nişân taltif etmiştir. Aynı şekilde Romanya Kralı I. Carol da Padişah ve birçok Osmanlı yöneticilerine nişân vermiştir. Ayrıca Sultan II. Abdülhamit, Romanya Kralı I. Carol’a iki cins Arap atını hediye olarak göndermiştir. Kral ise birkaç yıl sonra dokuz adet iyi cins çoban köpeğini İstanbul’a göndermiştir. Bu çalışmada II. Abdülhamit’in dış politikasında nişan ve hediyenin nasıl etkili bir şekilde kullanıldığını, Romanya örneği üzerinden ortaya çıkarmak amaçlanmıştır. Ayrıca Romanya kralına gönderilen bir hediyenin takdimi merasimi örneği incelenecektir.
Günümüzde gelişmekte olan yeni teknolojilerle birlikte asenkron makinelerin geleneksel kullanım alanlarına ek olarak motor ve generatör olarak kullanım alanları giderek genişlemektedir. Son yıllarda elektrikli taşıtlarda motor/generatör, rüzgar türbinlerinde ve mikro-hidroelektrik üretimi gibi alanlarda asenkron generatör olarak kullanımı yaygınlık kazanmıştır. Bu çalışmada dış rotorlu asenkron motor uygulamalarında ve tercihe bağlı olarak doğrudan tahrikli generatör olarak da kullanılabilecek, düşük devirli ve yüksek tork değerli dış rotorlu asenkron makine tasarımı amaçlanmıştır. 16 kutuplu, 50 Hz frekanslı, 375 rpm senkron hızlı, 1 kW gücünde dış rotorlu asenkron makine tasarımı, optimizasyonu ve elektromanyetik analizi yapılmıştır. Analizler için altı farklı model geliştirilmiştir. Stator tasarımlarında tek oluk tipi ve 72 oluk, rotor tasarımda 59 oluk ve üç farklı oluk tipi kullanılmıştır. Sincap kafesli rotor için Bakır ve Alüminyum malzeme tercih edilmiştir. Çalışma Ansys Maxwell elektromanyetik paket programı ile gerçekleştirilmiştir. Çalışmada Rmxprt-optimetrics modülü ile en yüksek verim hedeflenerek, makine temel büyüklükleri, hava aralığı ve oluk ölçüleri optimize edilmiştir. Sonrasında Sonlu Elemanlar Yöntemi ile elektromanyetik analizleri yapılmıştır. Makinenin motor çalışma bölgesi için yapılan analizler sonucunda IEC 6003430-1’e göre, IE2 ve IE3 sınıfında 1,1 kW gücünde 8 kutuplu iç rotorlu asenkron motorların veriminin üzerinde bir verim elde edilmiştir. Bu sonuca göre dış rotorlu, düşük devirli ve yüksek torklu asenkron makine üretilebileceği ve motor olarak kullanılabileceği görülmüştür.
Amaç: Kanser kök hücreleri; kendini yenileyebilen, farklılaşma kapasitesi yüksek ve uzun süreli proliferasyon ile normal dokuya invazyon kabiliyeti olan hücrelerdir. Bu yetenekleriyle geleneksel kanser tedavisine direnç oluşturarak tümör büyümesi ve metastazda rol oynar. Başarılı kanser tedavileri için kanser kök hücre mekanizmalarına yönelik araştırmalar yapmak önem taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı, insan diş pulpası kaynaklı mezenkimal kök hücrelerin meme kanseri kök hücreleri üzerine etkisinin hücre canlılığı, hücre döngüsü ve apoptoz yöntemleriyle araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: Meme kanseri hücreleri (MCF7) akış sitometrisi ile CD44+ /CD24- boyaması yapılarak ayrılmıştır. CD44+ /CD24- popülasyonuna meme kanseri kök hücresi denilmiştir. Diş pulpasından izole edilen mezenkimal kök hücreler kültüre edilip karakterizasyonu yapılmıştır. Mezenkimal kök hücre grubu mCitrine, meme kanseri kök hücresi grubu ise mCherry ile plazmit transfeksiyonu yapılarak işaretlenmiştir. Bu hücreler 48 saat boyunca ko-kültüre edilmiş ve sonrasında hücre canlılığı, hücre döngüsü ve apoptoz analizleri yapılmıştır. Bulgular: Diş pulpası kaynaklı mezenkimal kök hücreler ile ko-kültüre edilen meme kanseri kök hücrelerinin kontrol grubuna göre hücre canlılığı, hücre döngüsü ve apoptoz değerlerinde zamana bağlı olarak istatistiksel anlamlı değişiklikler görülmüştür. Ko-kültüre grubu kontrole göre kıyaslandığında zamana bağlı olarak G0/G1 evresinde artış gözlenmiştir. Ko-kültüre edilen hücrelerin floresan mikroskop ile yapılan incelemesinde sarı floresan işaretli hibrit hücreler gözlenmiştir ve immüno-floresan Ki67 boyamasında hücre sayısında azalma gözlenmiştir. Sonuç: Ko-kültür sonrası diş pulpası kaynaklı mezenkimal kök hücrelerin meme kanser kök hücreleri üzerinde hücre proliferasyonunu inhibe edici etkileri olduğu ve apoptozu teşvik ettiği gözlenmiştir. Sonuç olarak, meme kanser kök hücreleri üzerinde diş pulpası kaynaklı mezenkimal kök hücrelerin tedaviye yönelik bir etkisi olabilir.
Bu çalışma, Ege ve Akdeniz bölgesinde bulunan gökkuşağı alabalığı (Oncorhynchus mykiss) çiftliklerinde Mart 2022 tarihinde mortaliteye neden olan hastalığın tanımlanması amacıyla yürütülmüştür. Enfekte alabalıkların dış incelemelerinde gözlerde bilateral ekzoftalmus, alt çenede kanama, dropsi, internal olarak karaciğerde anemi, sindirim sisteminde sarı eksüdat birikimi, yağ dokusunda ve anüs bölgesinde kanama, dalakta büyüme görüldü. Enfekte balıkların karaciğer ve ön böbreğinden Gram-pozitif bir bakteri olan Staphylococcus warneri izole edildi. S. warneri, morfolojik özellikleri, bazı geleneksel testler ve 16S rRNA ve sodA gen bölgeleri kullanılarak moleküler genetik yöntemler yardımıyla teşhis edildi. Histopatolojik incelemelerde enfekte balıkların karaciğer dokusunda infiltrasyon, dalak dokusunda hiperemi ve böbrek tübül epitelinde nekrotik değişiklikler saptandı. Disk difüzyon yöntemine göre S. warneri izolatının en duyarlı olduğu antibiyotiğin doxycycline olduğu belirlendi. Gökkuşağı alabalıklarında yapılan daha önceki çalışmalarda S. warneri türü izole edilmekle birlikte bu çalışma ile ilk kez S. warneri türünün organlardaki histopatolojik etkileri belirlenmiştir.
Aim: The aim of this study is to evaluate the effect of Ankaferd Blood Stopper (ABS) on the palatal donor site following free gingival graft (FGG) surgery. Materials and Methods: A total of 12 patients (24 palatal sites) were included in the study. In each patient, the donor sites were randomly divided into two groups. ABS+collagen pads were applied to the test group. Only collagen pads were applied to the control group. Donor sites were evaluated in terms of bleeding, complete epithelialization, sensitivity, pain score, analgesic usage, wound size, Landry, Turnbull, and Howley (LTH) index, and tissue thickness (TT). Results: Intraoperative bleeding was observed in significantly more patients (n=9) in the control group, while it was not observed in any of the patients in the test group (p=0.000). Although higher complete epithelialization (33.3%) was detected in the test group on day 14, there was no significant difference in epithelization between the groups. There was no significant difference in pain score, analgesic usage, wound size, LTH index, or TT between the groups. When the amount of change between the times was analyzed, only the change in TT between the 21st day and the 6th week was found to be statistically significant (p=0.028). Conclusion: In our study, it can be said that the use of ABS following FGG surgery has a positive effect on intraoperative bleeding, shortterm complete epithelialization, and long-term TT, but it cannot provide superiority compared to collagen sponge alone in terms of early wound healing, postoperative pain, and analgesic usage.
İnfluenza virüsüne bağlı gelişen otofajiye sıklıkla apoptoz eşlik eder ve virüs ile enfekte olan hücrelerde, hücre ölümüyle sonuçlanır. Otofajinin, enerji kaynaklarının ve dış uyarıcıların varlığına yanıtta önemli rol oynayan mTOR/PI3K/Akt yolağı tarafından modüle edildiği iyi bilinmektedir. Bu yol, hücre dışı ve hücre içi bileşenlere sahip olan ve metastaz ile kemoterapötik dirençte önemli bir rol oynayan müsin 1 (MUC1) tarafından modüle edilmektedir. Bu çalışmada, influenza virüsünün hücreye inokülasyonundan sonra MUC1’in eksprese olması ve buna bağlı olarak kanserli hücrelerde mTOR ve LC3B gibi otofaji belirteçlerindeki değişiklikleri gözlemlemek amaçlanmıştır. Bu çalışmada, adenokarsinom özelliğine sahip MCF-7, He-La ve A-549 hücre dizileri kullanılmıştır. Bu hücrelerde influenza virüs üremesini kontrol etmek için ise MDCK hücre dizisine ayrıca ekim yapılmıştır. Tüm deneylerde santrifüj ile güçlendirilmiş “shell vial” hücre kültürü yöntemi kullanılmıştır. Bu hücre dizilerine influenza A (H1N1) pdm09 suşu inoküle edilip, 48 saatlik inkübasyon süresi sonunda tüm hücrelerin süpernatanlarından alınan örneklerde kantitatif gerçek zamanlı revers transkripsiyon polimeraz zincir reaksiyonu [quantitative real-time reverse transcriptase polymerase chain reaction (qRT-PCR)] yöntemiyle viral RNA düzeyinin yanı sıra, MUC1, mTOR ve LC3B ilişkili genlerin ‘cycle threshold (Ct)’ değerleri de araştırılmıştır. Bu yapıların hücrelerde bulunup bulunmadıklarını araştırmak için ayrıca, hücrelerin tümü paraformaldehit ile geçirgenleştirildikten sonra, enfekte hücrelerle kaplı lameller MUC1, mTOR, LC3B ve influenza virüs antijenlerine karşı geliştirilmiş floresanla işaretli monoklonal antikorlarla boyanmıştır. İnfluenza virüs ekimi yapılan MCF-7, He-La, A-549 hücre dizilerinde; LC3B, mTOR ve MUC1 monoklonal antikor boyamaları sonucunda floresans veren hücreler saptanmıştır. İnfluenza virüs ekimi yapılmayan tüm hücre dizilerinde (MCF-7, He-La ve A-549) ise tüm boyamalar negatif bulunmuştur. İnfluenza virüsü inoküle edilen A-549 hücre dizisinde MUC1, LC3B ve mTOR ilişkili genlerin Ct değerleri daha düşük saptanmıştır. MCF-7 ve He-La hücre dizilerindeyse protein ekspresyonu gösterilmesine karşın otofaji yolağındaki genlerin 1/Ct değerlerinde bu yönde bir değişiklik saptanmamıştır. Sadece MCF-7 hücre dizisinde MUC1 ilişkili genin inokülasyon sonrası Ct değeri daha yüksek saptanmıştır. Sonuç olarak; adenokarsinom yapısındaki hücreler içinde sadece A-549 hücre dizisinde influenza virüsü kaynaklı otofaji için özgül ekspresyon paterninin oluştuğu gözlenmiştir. Bu ilişkinin, akciğer adenokarsinomu konusundaki ileri araştırmalarda bir veri oluşturabileceği düşünülmüştür. Ancak bu öngörülerin, gelecekte yapılacak olan çalışmalarda bu genlerin protein seviyesindeki ekspresyonlarının daha ileri testler kullanılarak tespit edilmesi, daha iyi karşılaştırma sonuçlarının elde edilmesini sağlayacaktır.
Bu çalışmanın amacı 2 farklı eğime sahip yapay kanallarda Fanta Baby Rotary ve Scope Mini pedodontik kanal eğelerinin döngüsel yorgunluk direncini karşılaştırmaktır. Her eğe grubundan 30’ ar olmak üzere toplamda 60 yeni pedodontik eğe çalışmaya dâhil edildi. Eğeler 30° ve 45° kanal eğim açısına sahip paslanmaz çelikten yapılmış yapay kanallarda döngüsel yorgunluk testine tabi tutuldu. Eğeler kırılıncaya kadar geçen süre kaydedildi ve eğelerin kırılıncaya kadar gerçekleştirdiği tur sayısı hesaplandı. Eğelerin kırılmış parçalarının uzunlukları da kaydedildi. Elde edilen veriler bağımsız örneklem t testi ile istatistiksel olarak değerlendirildi. 30° eğime sahip yapay kanalda, Fanta Baby Rotary ve Scope Mini eğesi arasında döngüsel yorgunluk direnci açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05) 45° eğime sahip yapay kanalda, Fanta Baby Rotary eğesi, Scope Mini eğesinden daha yüksek döngüsel yorgunluk direncine sahipti (p<0.05). Eğelerin kırılmış parçalarının uzunlukları bakımından her iki eğime sahip kanalda da eğeler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). Fanta Baby Rotary eğeler 45° eğime sahip yapay bir kanalda Scope Mini eğelerinden daha yüksek döngüsel yorgunluk direnci sergiledi.
Objective: To investigate the fractal dimension (FD) and lacunarity of dentin in the presence or absence of a smear layer using scanning electron microscopy (SEM) images at various magnifications. Materials and Methods: Extracted human mandibular premolar teeth were divided into two groups (n=5). After decoronation, the root canals were prepared. While the smear layer was left intact in the first group, it was removed with 5% EDTA and 2.5% NaOCl irrigation in the second group. The roots were split longitudinally and one half was prepared for SEM. Four images at 500 and 1000 magnifications were obtained from the middle thirds of the root canals of each specimen and saved in TIF format. The FD and lacunarity of the SEM images were calculated. Two-way ANOVA and Bonferroni tests were used for statistical analysis (p=0.05). Results: The FD of dentin surfaces with or without a smear layer did not differ significantly (p>0.05). While magnification was an important factor in the FD of smear-free surfaces (p<0.01), it did not present any significant difference in the presence of a smear layer (p>0.05). Lacunarity showed a significant decrease in the images without a smear layer (p<0.0001). Although it demonstrated a slight increase with magnification, this increase was not significant (p>0.05). Conclusions: Lacunarity was a differentiating factor in determining the presence or absence of the smear layer regardless of the magnification of the SEM images. FD was affected by magnification and could not discriminate the presence or absence of the smear layer. Lacunarity analysis may be a practical tool for evaluating SEM images of dentinal surfaces.
Amaç: Bu araştırma, ebelik öğrencilerinin ebelik eğitiminin akreditasyonu hakkındaki algı ve görüşlerini incelenmek amacıyla yapılmıştır. Yöntemler: Kesitsel tipteki çalışma Mart-Nisan 2022 tarihlerinde bir üniversitede ebelik bölü münde okuyan toplam 418 öğrenci ile gerçekleştirilmiştir. Veriler online veri toplama yöntemiyle,- tanıtıcı özellikler ile akreditasyona ilişkin görüşleri değerlendiren sorulardan oluşan anket formu ve “Akreditasyon Algısı Ölçeği” kullanılarak toplanmıştır. Çalışma verilerinin analizi SPSS 22 paket programı ile yapılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin %68,7’si akreditasyonun ne anlama geldiğini bilmekte, %54,5’i öğrencilere ve mezunlara yarar sağlayacağını düşünmektedir. Öğrencilerin Akreditasyon Algısı Ölçeği genel puan ortalamaları 4,09 ± 0,98’dir. Kalite Güvencesi alt boyutu genel ortalaması 4,08 ± 0,99, Kalite Değerlendirme alt boyutu genel ortalaması 4,10 ± 0,97’dir. Öğrencilerin puan ortalaması madde düzey kabulü sınıflandırmasına göre yüksek düzeydedir. Bilimsel etkinliğe katılan, akreditasyonun amacını, iç/ dış paydaşı bilen, akreditasyon çalışmalarında yer almak isteyen, kalite elçilerini ve bölümün misyon/ vizyonunu bilenlerde akreditasyon algısı ölçek puanları anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (P < ,001). Sonuç: Çalışmada ebelik öğrencilerinin akreditasyonu yararlı bulduğu ve bu konuda destekleyici tutuma sahip oldukları bulunmuştur. Öğrencilerin, akreditasyon çalışmalarının içinde aktif olarak yer alması ve bu konuda farkındalık eğitimlerinin düzenlenmesi, akreditasyonun tanınırlığında ve benimsenmesinde etkili olabilir.
Garre’s osteomyelitis is a rare chronic inflammatory disease with reactive peripheral bone formation due to low-grade local infection. Here, we present a 12-year-old female with chronic osteomyelitis and proliferative periostitis with no definite source of infection, such as caries or periodontitis. The patient had a history of 4-5 hospitalizations with the same symptoms intermittently over the previous two years at the hospital which referred her to our hospital. The patient had undergone a biopsy at the referring hospital, and she was referred to our hospital with a histopathological diagnosis of osteoid osteoma. Physical examination showed a unilateral swelling in the right mandible at admission to our hospital. Since we could not exclude the diagnosis of bacterial osteomyelitis, antibiotics were continued. Periapical radiography, magnetic resonance, computed tomography, and clinical features supported the diagnosis of Garre’s osteomyelitis, so antimicrobial therapy was discontinued. Her biopsy materials were re-examined by the pathologist at our hospital, and Garre’s osteomyelitis was considered. Non- steroidal anti-inflammatory drugs were started. We added colchicine treatment because she failed to achieve remission, and normal facial symmetrical morphology was not achieved in the two-month follow-up period. However, the symptoms regressed within one year, and the swelling disappeared.
In this study, the shell structure of the freshwater mussel Anodonta anatina (Linnaeus, 1758) which has a widespread population in Gölbaşı Lake (Hatay) and is not economically exploited, was microscopically examined at a morphological level. It was determined that the shells of Anodonta anatina, which are not under significant fishing pressure, are mostly found discarded along the shores of the lake. This mussel species is important as a composite biological material with multifunctional roles in freshwater ecology. Considering the potential use of freshwater mussel shells as a biological material, an assessment of the shell structure, physical properties, mechanical strength, shell microstructure, and morphological characteristics of A. anatina was conducted. When cross-sections of the shell taken from the umbo, middle periostracum, and the region close to the pallial edge were examined in the dorsal-ventral direction, it was determined that the periostracum layer in the umbo region had a more prismatic and polygonal structure. The interior of the shell was found to consist of a shiny nacreous layer. In nacreous shell sections, it was observed that the nacreous layer contained more distinct layers near the pallial edge. Vickers microhardness tests were performed on individual shells, and it was found that the hardness value of the inner layer was the highest (625.5 ±172.7 HV), while the outer layer had a lower hardness value (531.5 ±110.7 HV). Based on XRF data, it was shown that the seashell powder is mainly composed of calcium oxide (98.8% wt., CaO) as a biological material.
In this study, which assessed Afghanistan’s agricultural exports from the perspective of agricultural exporters, face-to-face interviews were conducted with 62 of a total of 600 identified exporters. Exporters were separated as fresh vegetable and fruit exporters and dried fruit and medicinal plant exporters, which constitute the main items of Afghanistan’s exports, and the data were evaluated. According to the exporters, the biggest obstacle for them to increase exports is the energy problem, followed by the problems of finding a market, cash shortage, bureaucracy, goods transport, unjustified excuses of civil servants, lack of international certificates, lack of standard places for processing and packaging, and insufficient warehouse. Potential risks and security issues directly or indirectly affect the business world. However, one of the most important obstacles to the growth of trade and the private sector is the market structure, where various conflicts are experienced and intervened in. The main solutions are effective and sustainable marketing services, practices that encourage foreign trade, incentives for investors, policies to reduce tariffs and customs clearance costs, strengthening the country's economic infrastructure, and increasing security measures. It is clear that the suggestions put forward by the research will make significant contributions to the economic development of Afghanistan.
Dental görüntüleme, geçtiğimiz yıllar içerisinde hızlı bir teknolojik gelişim yaşamıştır. Üç boyutlu (3B) planlama sonrasında elde edilen 3B çalışma modelleri ve haptik teknoloji ürünü sanal simülasyonlar gibi dijital teknolojik gelişmelerin günümüz diş hekimliği pratiğinde uygulama alanı bulması; birçok dental disiplinde hem tedavi hem de eğitim süreçlerini olumlu yönde etkilemiştir. Farklı dijital görüntü verilerinin kombine edilerek uygulan- ması; klinisyenlerin ekran üzerinde tedaviyi hem planlama hem de simüle etmesine, 3B modellerin kullanımı ise sanal planlamanın yüksek doğrulukla tedavi sürecine hatta hasta takibine transfer edilmesine olanak sağ- lamıştır. Bu derlemenin amacı; 3B modelleme ve sanal planlamanın dental uygulamalarda hem tedavi hem de eğitim açısından potansiyel uygulamalarını irdelemektir.
Background and Aim: Hepatic encephalopathy (HE) is a frequent compli- cation of liver diseases. Systemic inflammation is key for HE pathogenesis. The main goal of the study was to investigate the role of psychometric tests, critical flicker frequency (CFF), and comparative evaluation of inflammato- ry indicators for the diagnosis of covert HE (CHE). Materials and Methods: The study was a prospective, nonrandomized, case–control study with a total of 76 cirrhotic patients and 30 healthy vol- unteers. The West Haven criteria were used to determine the occurrence of CHE in cirrhotic patients. Psychometric tests were applied to healthy and cirrhotic groups. CFF, venous ammonia, serum endotoxin, IL-6, IL-18, tu- mor necrosis factor alpha (TNF-α) levels, and hemogram parameters were evaluated for cirrhotic patients. Results: CFF values and psychometric tests were found to accurately dis- criminate CHE positives from CHE negatives (p<0.05). When the control group was excluded, the digit symbol test and the number connection A test failed, unlike CFF and other psychometric tests. Using CFF, a 45 Hz cutoff value had 74% specificity and 75% sensitivity. Basal albumin levels (p=0.063), lymphocyte-to-monocyte ratio (LMR) (p=0.086), and neutro- phil-to-lymphocyte ratio (p 0.052) were significant, albeit slightly, among CHE groups. Basal albumin levels had 50% sensitivity and 71% specificity when 2.8 g/dL was used as a cutoff value to determine CHE. Conclusion: Both psychometric tests and CFF can be useful in diagnosing CHE. Using cytokine and endotoxin levels seems to be inadequate to diag- nose CHE. Using LMR and albumin levels instead of psychometric tests for diagnosing CHE can be promising.
3 boyutlu (3B) görüntüleme tekniklerinin dişhekimliği pratiğinde kullanımının artışı, gerek medikal gerekse dental tanı ve tedavi planlamasında yararlanılacak yapay zeka uygulamaları aşamasında 3B görüntü temelli bilgisayar destekli görüntü analiz yöntemlerinin kullanımını hızlandırmıştır. Görüntü verileri kullanılarak anatomik yapıların segmentasyon işleminin gerçekleştirilmesi tıbbi modelle- menin temeli olup; X ışını temelli görüntü analizi sürecinin önemli bir parçasını oluşturur. Görüntü veri analizinin yüksek doğrulukla gerçekleştirilmesi aşamasında segmentasyon işleminin doğru ve yeterli şekilde yapılma zorunluluğu, segmentasyon yöntemlerinin hassasiyetinin medikal tomografi ve dental volümetrik tomografi (DVT) cihazları kullanılarak gerçekleştirilen çalışmalarda irdelenme- sine neden olmuştur. Bu çalışmanın amacı; dişhekimliğinin birçok farklı disiplininde kullanılan temel segmantasyon tekniklerini tanıtmak, mevcut avantaj, dezavantaj ve sınırılıklarını tartışmaktır.
Objective: Patients with cystic fibrosis (CF) present with impaired protease-antiprotease balance in their lungs. However, salivary protease equilibrium in children with CF with poor oral health has not been reported. The current study investigated salivary matrix metalloproteinase-8 (MMP-8), tissue inhibitor of matrix metalloproteinases-1 (TIMP-1), neutrophil elastase (NE), and myeloperoxidase (MPO) levels in children with CF with or without gingivitis. Materials and Methods: Eleven CF and 11 systemically healthy children aged 3-12 years were evaluated. Clinical periodontal examinations including probing pocket depth (PPD), gingival index (GI), plaque index (PI), and bleeding on probing (BOP) were recorded and saliva samples were obtained. Salivary MMP-8, TIMP-1, NE, and MPO levels were analyzed by immunofluorometric assay and enzyme-linked immunosorbent assay. Results: Salivary levels of MMP-8, TIMP-1, NE, MPO, and MMP-8/TIMP-1 molar ratios were similar in CF and systemically healthy children (p>0.05). Levels of MMP-8, NE, and MPO were significantly higher in the saliva of children with gingivitis compared to periodontally healthy children in both CF and systemically healthy groups (p<0.05). MMP-8 and MMP-8/TIMP-1 levels were positively correlated with GI, PI, and BOP (p<0.05), while NE and MPO levels were related to all periodontal parameters (p<0.01). Conclusion: CF may not alter the activity of MMP-8, NE, and MPO. On the other hand, gingival inflammation had a pronounced effect on salivary levels of these enzymes and the MMP-8/TIMP-1 molar ratio in children, irrespective of CF. Further investigations in larger cohorts are needed to better clarify this issue.
Objective: The aim of this study was to compare the amounts of debris extruded apically with the use of different single file systems during endodontic retreatment. Material and Methods: 36 mandibular premolar teeth were prepared with ProTaper Universal files up to F3. At every instrument change, the root canals were irrigated with 2 mL 5.25% NaOCl solution. After root canal preparation, final irrigation was performed using 5 mL 17% EDTA followed by 5 mL 5.25% NaOCl and 5 mL saline. The root canals were dried with paper point and filled with gutta percha and AH Plus sealer. The teeth were stored at 37 °C and 100% humidity for 1 week. Then the teeth were divided randomly into three groups (n=12) according to the single file system used: HyFlex EDM One File, Reciproc Blue File and One Curve. Debris extruded apically during the retreatment was collected into preweighed Eppendorf tubes. The initial weight was subtracted from final weight of the Eppendorf tubes to calculate the extruded debris for each group. Data were analyzed using one-way analysis of variance and post-hoc Tukey tests (p=0.05). Results: The Reciproc Blue extruded significantly more debris compared with HyFlex EDM and One Curve (p<0.05). When HyFlex EDM and One Curve files were compared, One Curve showed more extrusion of debris than HyFlex EDM, but this difference was not statistically significant (p>0.05). Conclusion: Under the conditions of this in vitro study, all instrumentation techniques resulted debris extrusion. The properties of the file systems may have an effect on the amount of apically extruded debris during endodontic retreatment.
Amaç: Endodonti alanında resiprokal hareket yapan tek eğe sistemleri son yıllarda popüler hâle gelmiştir. Apikalden taşan debrisin miktarı, kullanılan eğe sistemlerinin tasarımlarına göre çeşitlilik gösterebilmektedir. Bu in vitro çalışmanın amacı, resiprokasyon hareketi ile çalışan Scope Reciproc, T-Endo MUST, EndoART Reciproc ve WaveOne Gold eğe sistemlerinin, kök kanal preparasyonu sırasında apikalden taşan debris miktarının karşılaştırılmalı olarak değerlendirmektir. Gereç ve Yöntemler: Çalışmada 60 adet çekilmiş mandibular molar dişlerin mesiobukkal kökleri kullanılmıştır. Dişler, her grupta 15 diş olacak şekilde rastgele olarak 4 farklı gruba ayrılmıştır. Kök kanalları apikal çapları #25 olacak şekilde Scope Reciproc, T-Endo MUST, EndoART Reciproc ve WaveOne Gold eğe sistemleri kullanılarak prepare edilmiştir. İrrigasyon solüsyonu olarak distile su kullanılmıştır. Apikalden taşan debris, önceden tartılmış Eppendorf tüplerinde toplanmıştır. Eppendorf tüpleri 5 gün boyunca 70°C’de bir inkübatörde saklanmıştır. Kuruduktan sonra apikalden taşan debrisin ortalama ağırlığı hassas terazi kullanılarak ölçülmüştür. Apikalden taşan debris miktarı, debris içeren Eppendorf tüplerin ağırlığından boş Eppendorf tüplerin ağırlığı çıkarılarak hesaplanmıştır. Elde edilen veriler tek yönlü varyans analizi kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Kullanılan 4 farklı resiprokasyon sisteminin apikalde oluşturduğu debris ekstrüzyonu arasında istatistiksel olarak farklılık görülmedi (p>0,05). Sonuç: Tüm eğe sistemleri apikalden debris ekstrüzyonuna neden olmuştur. İncelenen tüm eğe sistemleri benzer miktarda debris ekstrüzyonu meydana getirmiştir.
Aim: To examine the relationship between children's oral health-related quality of life and their academic achievement and school attendance. Materials and Methods: Data was gathered from the answers to a structured questionnaire from 150 children aged 7-12 years. Their demographic data, the children’s/parents’ oral health conditions, their academic performance/school absenteeism, and their intraoral examination outcomes were recorded via a structured questionnaire. The Silness & Löe plaque index was used to assess their dental plaque scores and DMFT/DMFS, dmft/dmfs indices according to the WHO criteria were used to determine their dental caries scores. Results: The mean age of the 150 pediatric patients [72 girls (48%) and 78 boys (52%)] was 9.23±1.44 years. Due to dental care-related issues, 82% of schoolchildren missed less than two weeks, and 18% missed more than two weeks of school. Furthermore, 21% of these missed days were related to toothache or infections, and 34% were due to going to dental treatment appointments. The association between nail biting and hard object biting and the school achievement of the children was shown to be statistically significant (p=0.02 and p=0.03, respectively). According to the results of the present study, it was determined that school absenteeism was higher in those children who needed dental treatment. It was also observed that there was a negative correlation between school absenteeism and academic success (p=0.01). Conclusion: Dental problems can cause school-aged children to be absent from school and affect their school performance negatively.
Created by Guillermo del Toro, Cabinet of Curiosities is an episodic horror series released during the Halloween season of 2022. The series consists of eight stories, directed by eight different directors, that can be regarded as following the gothic tradition; the image of cabinet of curiosities is utilised as an instrument of storytelling in each episode. Furthermore, ıt is also a convenient for connecting the mysterious and horrific nature of classical gothic themes with that of contemporary; each time del Toro opens up the drawer, a different story is introduced to the audience. In the series, the visual regale through the display of different monsters with various features and appearances makes the audience ponder the relationship between these avant-garde monsters and the classical monster images they are already familiar with. This article will focus on the fourth episode, American director Ana Lily Amirpour’s “The Outside” which was adapted from a webcomic entitled Out of Skin, written by Emily Carroll. “The Outside” features the story of the bank worker, Stacey who is gifted with a new revolutionary cream during the Christmas party she is invited by her colleagues. Stacey’s experience with the cream, Alo Glo appears as a representation of the attempt for transgressing the limits of classic beauty in an era where this romantic crave leads the individual to chase after the artificial and illusionary standards of beauty resulting in a communal catastrophe. In that sense, “The Outside” becomes a 21st century interpretation of a classical tragedy, which this time, demonstrates the fall of an eccentric anti-hero. Such an interpretation will pave the way for analysing the relation between Classicism and Romanticism within the frame of neogothic fiction with respect to J. J. Winckelmann’s interpretation of Classicism.
Objective: The aim of this study is to evaluate the prognostic factors in a single-center pediatric cohort with autoimmune encephalitis. Materials and Methods: The study group consisted of 23 pediatric autoimmune encephali- tis patients (seropositive autoimmune encephalitis: 15, seronegative autoimmune encephali- tis: 8). Five group prognostic parameters were evaluated: clinical manifestations, elect roenc ephalography features, magnetic resonance imaging characteristics, biomarkers, and treat- ment modalities. Three scoring models were applied: the Antibody Prevalence in Epilepsy and Response to Immunotherapy in Epilepsy for predicting autoimmune-related epilepsy in the whole cohort and the anti-N-methyl-d-aspartate receptor Encephalitis 1-Year Functional Status score for overall outcome in patients with anti-N-methyl-d-aspartate receptor encephalitis. Results: The initial clinical spectrum of the disease was similar in the seronegative and sero- positive groups. Almost half of the patients (48%) recovered without any complications with first-line immunotherapy. The patients with movement disorders in the acute phase of the dis- ease needed more likely second-line immunotherapy (P = .039). The presence of status epilep- ticus at admission was significantly associated with adverse outcomes and the development of autoimmune-related epilepsy (P = .019). Autoimmune-related epilepsy was defined in an equal proportion of patients (91.5%) with 2 immune epilepsy scores (Antibody Prevalence in Epilepsy and Response to Immunotherapy in Epilepsy). The N-methyl-d-aspartate receptor Encephalitis 1-Year Functional Status score and the modified Rankin score assessed for the first-year prog- nosis were strongly correlated among the patients with anti-N-methyl-d-aspartate receptor encephalitis (P = .03, Spearmen’s rho = 0.751). Conclusions: The presence of status epilepticus was the most important prognostic factor in the patients with the adverse outcome. The studied scoring models (Anti-N-methyl-d-aspartate receptor Encephalitis 1-Year Functional Status, Antibody Prevalence in Epilepsy, and Response to Immunotherapy in Epilepsy) have also been proven to be applicable to the pediatric age group for predicting overall outcome and autoimmune-related epilepsy.
ABD yeni dünya düzeni içerisinde sistem üzerindeki hakimiyetini belirli bir süre devam ettirmiş bir ülkedir. Özellikle, Donald Trump yönetiminden sonra artan içe dönük uygulamalar, ortak sorunlar karşısında pasif duruş ve çıkar odaklı dış politika anlayışı ABD’nin sistem içerisindeki meşruiyetinin daha fazla sorgulanmasına yol açmıştır. ABD’nin sistem içerisindeki gücünde yaşanan değişim Çin’in ikame güç olabilme yönündeki söylemleri arttırmıştır. Bu çalışma, göreceli kazanç ilkesinden yola çıkarak, uluslararası sistem içerisinde ABD ile Çin arasında yaşanan güç mücadelesini neorealist kuram çerçevesinde ele alacaktır. Çin ve Amerika arasında yaşanan rekabet ilişkisi Graham Allison’ın Tukidides Tuzağı kavramı çerçevesinde incelenecektir. Tukidides Tuzağı kapsamında, ABD ile Çin arasında ekonomik temelli başlayan savaşın diğer alanlarda da etkisini göstererek daha ciddi bir boyuta ulaştığı bu çalışmada önemle vurgulanacaktır. Bu çalışma, Çin’in sistem içerisindeki istikrarlı yükselişi karşısında ABD tarafından hissedilen çok yönlü tehdit algısının ikili ilişkileri daha kırılgan hale getirdiğini ortaya koyarken, güç rekabetinin devletleri Tukudides tuzağı içerisine çektiği yöndeki argümanı da ortaya koyacaktır.
Dağlık Kilikia Bölgesi’nin en önemli liman kentlerinden biri olan Elaiussa Sebaste, Akdeniz ticaret sisteminde aktif bir geçiş ve durak noktası olmuştur. Kazılar sonucu tespit edilen veriler, Roma ve Geç Roma-Erken Bizans Dönemleri’nde tüm Akdeniz coğrafyasında dolaşımda olan pek çok amphora, mutfak kapları ve Kırmızı Astarlı Seramikler’den oluşan geniş bir form dizisi ile kentin ticaret merkezi olgusunu desteklemektedir. Kentin MS 4. yüzyıldan itibaren yerel üretimi olan LR1 amphoralarını dış piyasaya ulaştırabilme avantajı, uzak bölgelerden farklı ürün gruplarını temin edebilmesini kolaylaştırmıştır. Bu grupların en başında ise Kırmızı Astarlı Seramikler gelmektedir. Geç Roma–Erken Bizans Dönemleri’nde geniş bir coğrafi alanda, değişik formlarda üretilen ve yayılan bu gruba ait seramikler, bölgelerin ekonomik düzeyi ve ticaret sisteminin değerlendirilmesini kolaylaştırmakta ve ticari rotaların belirlenmesini sağlamaktadır. Elaiussa Sebaste’de ele geçen, Akdeniz ticaret sistemi içerisinde yer alan farklı seramik gruplarının yayınlanması, kentin üretim, ithalat ve ihracat dinamiği konusunda daha net bilgiler verecektir. Makalenin konusunu oluşturan Phokaia üretimi kaliteli servis kapları da Geç Antik Çağ’da var olan yoğun ticari faaliyetlerin göstergesi olarak Kilikia ve Ege Bölgesi arasındaki ticari ilişkilere, Sebaste özelinde yeni bir kanıt oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Sebaste’de yoğun olarak kullanıldığı anlaşılan Phokaia Kırmızı Astarlı Seramikleri’nin form gruplarının saptanması ve tipolojik özelliklerinin sunulmasının yanı sıra, Elaiussa Sebaste’nin özellikle Phokaia ile ticari ilişkilerine ait veriler sunulmuştur.
MÖ 13. yüzyıl sonlarında gerçekleşmeye başlayan ve tarihte Ege Göçleri olarak bilinen göç hareketleri, dünya üzerindeki pek çok bölgeyi yakından etkilediği gibi Anadolu coğrafyasını da derinden etkilemiş ve bu kadim coğrafyanın tarihinde yeni bir sürecin kapılarını aralamıştır. Bu göçler kapsamında, Thrakia ve Boğazlar yolunu kullanarak Anadolu topraklarına giriş yaptıkları tahmin edilen Frigler, Hitit Devleti’nin (MÖ 1650-1190) yıkılışı sonrasında yeni bir güç olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Frigler’in en önemli kralı Midas’tır. Midas ile birlikte Frigler, MÖ 8. yüzyılın ikinci yarısında Orta ve Güneydoğu Anadolu’da söz sahibi olan merkezi bir devlet şeklini almışlardır. Politeist bir inanç sistemi bulunan Frigler’in yaşamlarında Ana Tanrıça Kybele’nin konumu çok önemlidir. Bolluğun ve bereketin simgesi, doğanın ve ülkenin yegâne hâkimi Ana Tanrıça Kybele yalnızca Frigler ile sınırlı kalmamış, ilerleyen süreçte çeşitli toplumlar tarafından da tapınım gören saygın bir tanrıça hâline gelmiştir. Frigler’in tanrıçalarına olan bağlılıklarını yansıtan ve bugün hâlen gizemini koruyan etkileyici dini ritüeller, Frigler’in siyasi ve askeri faaliyetlerini şekillendiren önemli bir faktör olmuştur. Bu çalışmada, Midas ile birlikte Anadolu coğrafyasında güçlü bir devlet seviyesine ulaşan Frigler’in bu gücünün kökenleri hakkında değerlendirmeler yapılacak ve bu dönemde askeri galibiyetlerden söz etmek yerine etkin bir dış politika takip edilmesinde Kybele inancının nasıl bir rolünün olduğu arkeolojik, epigrafik ve edebî kaynakların ışığında tartışılacaktır.
1987 yılında “Brundtland” bir diğer adıyla “Ortak Geleceğimiz” Raporunun yayımlanmasının ardından yaygın bir kullanımı alanı bulan ve “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılayan kalkınma” biçiminde tanımlanan “sürdürülebilir kalkınma” kavramı iktisadi, sosyal ve çevresel boyutları içerisinde barındırmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmaya ulaşılabilmesi amacıyla eşanlı önem verilmesi gereken iktisadi, çevresel ve sosyal boyutların kesişim kümesinde sağlık yer almaktadır. Sağlık kavramının söz konusu göstergelerin kesişim kümesinde bulunmasının yanı sıra, “Binyıl Kalkınma Hedefleri” arasında “Çocuk ölümlerini azaltmak”, “Anne sağlığını iyileştirmek” ve “HIV/AIDS, sıtma ve diğer salgın hastalıklarla mücadele etmek” ile “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları” arasında “Sağlıklı ve kaliteli yaşamı her yaşta güvence altına almak” ifadelerinin yer alması, sürdürülebilir kalkınmanın sağlığa ilişkin yönünü işaret etmektedir. Buradan hareketle bu çalışma, “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları” içerisindeki “Sağlıklı ve kaliteli yaşamı her yaşta güvence altına almak” amacı çerçevesinde belirlenen göstergelerin Türkiye’de bölgesel düzeydeki durumlarını karşılaştırmalı betimsel analiz yöntemi ile değerlendirerek sürdürülebilir kalkınmanın sağlığa ilişkin yönünü ortaya koymayı amaçlamaktadır. Söz konusu göstergelere ilişkin Türkiye’de “İstatistiki Bölge Sınıflandırması (İBBS)” Düzey 1’deki 12 bölgenin 2015 ve 2019 yıllarına ait verilerini inceleyen bu çalışmanın bulguları, Türkiye’de sürdürülebilir kalkınmanın sağlığa ilişkin yönü açısından bölgesel farklılıklar bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre Türkiye’de sürdürülebilir kalkınma bağlamında sağlık açısından “TR5 Batı Anadolu” ve “TR3 Ege” bölgeleri en avantajlı bölgeler iken diğer taraftan “TRB Ortadoğu Anadolu” bölgesi ise en dezavantajlı bölgedir. Bunun yanı sıra, 100.000 kişiye düşen doktor ve diş hekimi sayıları Türkiye geneline göre dezavantajlı bölge sayısının en yüksek olduğu göstergelerdir.
Amaç: Endometrium karsinomlarında son yıllardaki en önemli gelişme moleküler sınıflama olmuştur. Bu sınıflamada tümörler dört gruba ayrılmıştır: 1-POLE mutant grup, 2-Mikrosatellit instabil (MSİ) grup, 3-Yüksek kopya sayısı grubu (P53 mutasyonu), 4-Düşük kopya sayısı grubu. Bu gruplardan POLE ve MSİ grup daha iyi prognoza sahip olması ve immün-kontrol inhibitör tedavisinden fayda görebilme potansiyelleri ile öne çıkmaktadır. Çalışmamızda immünohistokimyasal (İHK) yöntemle MMR proteinlerinde (MLH-1, PMS-2, MSH-2, MSH-6) nükleer ekspresyon kaybı olan ve olmayan olguların prognostik paramaterelerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bölümümüzde 2017-2020 yılları arasında histerektomi materyalinde endometrium karsinomu tanısı almış ve İHK olarak MMR proteinlerinin değerlendirildiği 80 hasta çalışmaya alınmıştır. MMR kaybı olan ve olmayan olgular tümör boyutu, histolojik derece (HD), myometrial invazyon derinliği, lenfovasküler invazyon (LVİ) ve servikal tutulum açısından karşılaştırılmıştır. Bulgular: Olguların 37’sinde (%46,3) MMR proteinlerinin herhangi birinde kayıp mevcutken, 43’ünde (%53,7) kayıp izlenmemiştir. MMR protein nükleer ekspresyon kaybı açısından olgular karşılaştırıldığında, kayıp saptanan olguların %45,9'da (17/37), kayıp saptanmayan olguların ise %27,9'da (12/43) histolojik derece III'tü (p:0,03). Myometrium 1/2 dış invazyon, servikal stromal tutulum ve LVİ açısından iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Sonuç: Çalışmamızdaki olguların yaklaşık yarısında MMR proteinlerinin en az birinde kayıp saptanmıştır. En sık kayıp MLH-1 ve PMS-2 kaybı olarak ortaya çıkmıştır. MMR proteinlerinde nükleer ekspresyon kaybı izlenen olguların HD’si kayıp saptanmayan olgulara göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek olma eğilimindedir.
Objective: Maxillary molars may be challenging for root canal treatment due to their complex canal anatomy and additional root canals, especially in the mesiobuccal root. The current study aimed to investigate the prevalence of root and root canal numbers of maxillary molar in a selected Turkish population. Materials and Methods: A total of 905 first and second maxillary molars were evaluated using cone-beam computed tomography (CBCT) images. The number of roots and canals was recorded and the mesiobuccal canal was further evaluated with the Vertucci classification. Results: A total of 394 teeth had a second mesiobuccal (MB2) canal (43.5%). While 90.4% of all maxillary molars had three roots, 44% had four root canals. The most common root canal anatomy of mesiobuccal root canals was Type II (42.6%) followed by Type IV (31.5%) and Type III (22.1%). Conclusions: It is clear that the second mesial root canal in permanent maxillary molars should be carefully searched for the long-term success of root canal treatments. It is seen that CBCT sections will be beneficial in diagnosis and treatment in better understanding the anatomical structure of the teeth and determining possible anatomical deviations.
Bu çalıĢmada, 2003-2019 döneminde bireysel krediler ile dıĢ ticaret açıkları arasındaki iliĢki diğer kontrol değiĢkenlerinin de varlığı altında ekonometrik analiz yöntemleri kullanılarak çeyreklik veriler ile incelenmiĢtir. DeğiĢkenler ARDL sınır testine tabi tutulmuĢ ve dıĢ ticaret açıklarının bireysel kredi hacmine olan duyarlılığı uzun ve kısa dönemde test edilmiĢtir. Bulgularımız, bireysel kredi toplamındaki artıĢların uzun dönemde dıĢ ticaret açığını arttırdığını, ticari kredilerdeki artıĢın ise açığı azalttığını göstermektedir. Bireysel kredilere ait alt ürünler bazında ise ihtiyaç ve taĢıt kredilerindeki artıĢın dıĢ ticaret açığını uzun dönemde arttırdığı sonucuna ulaĢılmıĢtır. Konut kredileri ve kredi kartı artıĢının ise dıĢ ticaret açığı üzerinde istatistiki olarak anlamlı bir etkisi tespit edilmemiĢtir.
Respiratory tract infections are common in Down syndrome. A 24-year-old male patient with Down syndrome with concurrent diabetes mellitus underwent antibiotic treatment with a diagnosis of lung abscess in an external center with complaints of fever and vomiting, but was referred to us after his symptoms did not regress. Despite the improvement in the lung abscess noted in a radiological examination, the patient was identified with a brain abscess upon an examination due to the continuation of fever, vomiting and the onset of headache. Particular attention should be paid to additional abscess foci such as brain abscess in cases with lung abscess with an underlying comorbidity.
Resmî Gazete’de 30 Mart 2005 tarihinde yayımlanan, 5324 sayılı Kozmetik Kanunu’na göre; vücudun dış bölgelerine (saçlar, epiderma, kıllar, tırnaklar, dudaklar, ağız mukozası, dişler ve dış genital organlar gibi) uygulanan, temel amacı bu vücut kısımlarının temizlenmesi, görünümünün değiştirilmesi veya düzeltilmesi, vücut kokularının giderilmesi olan preparatlar kozmetik ürün olarak tanımlanmaktadır. Kozmesötik terimi ya da kozmesötik içeren ürün ise kozmetik ve farmasötik terimlerinin kombinasyonu sonucu üretilmiş olan, ilaca benzer etkileri olduğu iddia edilen ve biyolojik olarak aktif bileşenlere sahip kozmetik ürünler olarak tanımlanmaktadır. Dermakozmetik ürün veya kozmesötik; özellikle deri ve deri uzantısı olan saç, tırnak gibi vücudun çeşitli bölgelerinin görünümünü değiştirmek, düzenlemek, var olan kusurların iyileştirilmesi ve sağlıklı görünümün elde edilmesi adına kullanılan, dermatolojik ve kozmetik işlevi bulunan tüm madde ve preparatlardır. Bu alanda eğitim almış ve yetkinliğe sahip eczacılar; akneli, hassas, çok kuru, atopiye eğilimli, kırışık ve lekeli deri için hastalara uygun dermakozmetik ürün önerilmesinde önemli role sahiptir. Eczacı tarafından hastaların dermatolojik problemleri ve cilt tipi profilleri göz önüne alınarak uygun bakım rutinleri oluşturulmaktadır. Bakım rutinleri içerisinde uygun temizleyici, tonik, nemlendirici, güneşten koruyucu, leke ve kırışıklık önleyici ürünler yer almaktadır. Bu derleme, güncelliğini koruyan dermakozmetik ürünler hakkında önemli bir kaynak niteliğindedir. Bu derlemede, deri ve derinin yapısı, dermakozmetik ürünlerin deriden penetrasyonu, cilt tipleri, dermatolojik problemler ve cilt tipi ve dermatolojik problemlere göre önerilebilecek dermakozmetik ürünler ve nanokozmetikler hakkında detaylı bilgi verilmiştir.
Objective: Our study assesss the clinical features of oral lesions that require histological examination and patient-reported symptoms to estimate the risk of malignancy and to determine the presence of any altered features. Materials and Methods: Demographic characteristics of 70 patients and clinical features of lesions were analyzed using chi-square test, Fisher’s Exact test of Independence and discriminant function analysis. Results: Margins, lymphadenopathy, patient’s self-awareness of the lesion associated with mass effect, surface texture, colour, ulceration, loss of function and pain were significant parameters indicating the risk of malignancy (p<0.05). Analyses of the parameters related to the high risk of malignancy have led to a statistical model for clinical differentiation of benign lesions from malignancies with an accuracy of 91.4% (p=0.016). The statistical model demonstrated that the most important discriminative features were margins, surface texture, patient’s self-awareness, lymphadenopathy, loss of function, ulceration, colour, and pain, respectively. Conclusion: In our study, age, gender, duration and localization did not anticipate the nature of the lesion. Our statistical model showed that irregular/indistinct margins and surface textures and the presence of lymphadenopathy have a higher risk of malignancy.
Objective: New generation High Viscosity Glass Ionomer Cements (HVGICs) have enhanced physical and mechanical properties. By effectively closing the restoration margin, it ensures that the restorations will last longer. The aim of this study was to investigate the clinical performances of heat-cured versus non heated HVGIC in class II restorations of deciduous molars. Methods: This randomized, split mouth, multicentre study was performed in four different centres. A total of 250 deciduous molars from 88 individuals were randomly allocated to one of the following groups: 1) non-heated (n=125) 2) heated (n=125) and restored with a HVGIC using LED light for heat application. Restorations were clinically evaluated according to the modified USPHS at the baseline, 6 months and 12 months. The survival analysis was performed by Kaplan Meier and Life Tables. This study was retrospectively registered to the ClinicalTrials.gov with the ID number of NCT04291872 at 2nd March 2020. Results: No statistically significant differences were found between the groups regarding to modified USPHS criteria (p>0.05). Success rate in retention criteria was 94.1% of the heat-cured and 92.6% of the non-heated restorations after 12 months. The mean survival time was 11.8 ±0.1 months in the heated group, while 11.9±0.1 months in the non-heated group. Conclusion: The heat treated HVGIC for Class II restorations did not show any significant differences in 12 months’ follow-up compared with the conventional technique.
Bu çalışma ile sağlık turizmi yetki belgesine sahip aracı kuruluşların sundukları hizmetler açısından internet sayfalarının incelenmesi amaçlanmıştır. 20.10.2021 tarihinde Sağlık Bakanlığı’nın Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü/ Sağlık Turizmi Daire Başkanlığı’nın internet sayfasına erişilerek, sağlık turizmi yetki belgesine sahip 246 adet aracı kuruluşun isimleri tespit edilmiştir. Araştırma kapsamında 246 adet aracı kuruluştan, 203 tanesinin internet sayfasına ulaşılmıştır. Ulaşılan 203 aracı kuruluştan, 153 aracı kuruluşun oluşturulan ölçütler kapsamında sağlık hizmetleri sunduğu tespit edilmiştir. Marmara bölgesinde 83 aracı kuruluş, İç Anadolu bölgesinde 30 aracı kuruluş, Akdeniz bölgesinde 19 aracı kuruluş, Ege bölgesinde15 aracı kuruluş, Karadeniz bölgesinde 3 aracı kuruluş ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde 3 aracı kuruluş faaliyet göstermektedir. Doğu Anadolu bölgesinde ise sağlık turizmi alanında hizmet veren aracı kuruluş olmadığı tespit edilmiştir. Çalışma sonucunda 153 aracı kuruluşun 19 farklı alanda sağlık hizmeti sağladıkları, bir aracı kuruluşun birden fazla alanda tedavi olanağı sunduğu belirlenmiştir. Branşlar bazında, aracı kuruluşların en fazla “Ağız ve Diş Sağlığı” hizmeti için olanak sağlandığı (78 aracı kuruluş), en az ise “Diyabet” tedavisi için imkân sundukları (8 aracı kuruluş) sonucuna ulaşılmıştır.
Objective: This study aimed to evaluate the mental health status of Dental Health Care Workers (DHCWs) in a dental emergency university clinic treating urgent patients during the pandemic. Materials and Methods: A hundred fifteen participants were selected from DHCWs who actively worked during the pandemic in a Dental Emergency Clinic of a university. Depression, anxiety and stress levels of participants were measured with the Depression-Anxiety-Stress Scale and their insomnia levels were assessed with the Insomnia Severity Index. Correlations between independent continuous and dependent variables tested with Spearman test. Mann-Whitney U and KruskalWallis tests were used used to evaluate possible effects of independent variables. The psychological data of the aerosol-generating treatment group were compared to the rest of the participants using Mann-Whitney U tests. In all tests α=0.05 significance level was set. Results: The rates of DHCWs scored above the cut-off points were 54% for depression, 40% for anxiety, 36% for stress and 40% for insomnia. Feeling negative emotions before the pandemic significantly interacted with all psychometric measurements. Younger age, feeling anxious about changing working conditions and/or obtaining personal protective equipment was correlated positively with stress points (p=0.035, p=0.008, p=0.007, respectively). A significant percentage of DHCWs presented high scores on depression, anxiety, stress and insomnia in this study. Conclusion: The authorities and healthcare executives must show programmed leadership and support for DHCWs during the COVID-19 outbreak. The integration of programs developed to mitigate stress among DHCWs recommended during the COVID-19 pandemic.
Objective: This study aimed to compare the curvature change, preparation time, resin removal amount and working length reduction properties of the OneCurve (0.25/0.06), ProTaper Universal F2 (0.25/0.06), Twisted File Adaptive SM2 (0.25/0.06) and WaveOne Gold Primary (0.25/0.07) using simulated root canal models. Materials and Methods: A total of 67 plastic models were used. Three models were used to verify the initial curvature angle, the weight of the unprepared resin block and the initial root canal length. The remaining 64 models were divided into four groups of 16 samples. After preparation, the changes in parameters were measured again. Statistical analysis was done with SPSS 22.0 using one-way ANOVA and post hoc Tukey’s tests and Kruskal–Wallis with Bonferroni corrections. Pearson and Spearmen correlation coefficients were also used. A p-value <0.05 was significant. Results: Significant differences were observed between OneCurve, ProTaper Universal F2, Twisted File Adaptive SM2 and WaveOne Gold Primary file systems in terms of resin removal amount, root canal curvature change and preparation time (p<0.05). The correlations were statistically significant (p<0.05). Conclusions: Twisted File Adaptive SM2 performed significantly less resin removal and curvature change. Furthermore, the Twisted File Adaptive and WaveOne Gold Primary instruments required less preparation time compared with OneCurve and ProTaper Universal F2.
Türk diş hekimliği tarihinde, 57 yıllık akademik hayatında, pek çok konuda çalışma yaparak bilimsel eserler yazmış Prof. Dr. Suat İsmail Gürkan’ın farklı bir yeri vardır. Diş hekimliğinin ülkemizdeki akademik gelişim süreçlerinde etkin rol alarak, bugünlere gelmesine katkı sağlamış bu şahsiyetin yaşam öyküsü hakkında farklı periyodiklerde yazılmış makalelere rastlamak mümkündür. Ancak bu kez Prof. Dr. Suat İsmail Gürkan’ı biraz daha geniş tanıtmaya olanak sağlayan ve tarihsel değeri olan yeni materyalleri kapsayan bilimsel bir çalışma hazırlanmıştır. Halen hayatta olan oğlu, diş hekimi Doç. Dr. Yalçın İsmail Gürkan, 2018 yılında babasıyla ilgili yeni bilgileri içeren dokümanların bir kopyasını Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı arşiviyle paylaşmıştır. Yeni bilgiler içeren bu kaynakların, bilimsel literatürde okuyucuların ve araştırmacıların yararlanması için, yayınlanması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Tıp ve diş hekimliği tarihinin temel amaçlarından olan eskinin yeniye tanıtılması ve doğru bir şekilde nakledilmesi ihtiyacı, mevcut bilginin bilim insanlarına örnek teşkil edecek şekilde sunulmasını ve kayıtlara geçmesini gerektirmektedir. Ülkemizde genel cerrahi alanında hekim olarak tanınan Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan’ın kardeşi ve ülkemizde 1964 yılında kurulan ilk diş hekimliği fakültesinin dekanı olması sebebiyle Prof. Dr. Suat İsmail Gürkan’ın diş hekimliği alanındaki gayreti ve başarıları yadırganmamalıdır. Sadece diş hekimi olarak değil, aynı zamanda bir besteci ve çalışma alanıyla ilgili tarihsel materyalleri ve kitapları bir koleksiyoner gibi toplayan ve saklayan Prof. Dr. Suat İsmail Gürkan çok yönlülüğüyle ülkemizdeki ender rastlanılan bir bilim insanıdır. Bu makalede onun yaşam öyküsünün, ona ait nadir resimlerin ve kitap kapaklarının yayınlanması amaçlanmıştır.
Objective: The purpose of this study was to evaluate the effect of using single-file with different tapered coronal flaring files on dentinal crack. Material and Methods: Human extracted mandibular premolars (n=128) were selected and divided into four groups (n=32) based on the coronal flaring instruments; Group 1, One Flare; Group 2, Endoflare; Group 3, Gates Glidden Drills; Group 4, Control Group. Specimens divided into four subgroups based on the single file system (n=8): Subgroup A, HyFlex EDM: Subgroup B, Reciproc Blue: Subgroup C, One Shape: Subgroup D, WaveOne Gold. All roots were then sectioned at 3, 6, and 9 mm from the apex. The sections were inspected under a stereo-microscope at 2.5X and 5X to determine the presence of microcracks. The data were analyzed using the chi-square test (p=0.05). Results: There was no statistically significant difference between the distributions of dentinal cracks caused by the use of single-file systems with different coronal flaring files (p>0.05). There was no statistically significant difference between the distributions of dentinal cracks according to single file systems (p>0.05). There was also no statistically significant difference between the distributions of dentinal cracks according to coronal flaring files (p>0.05). Conclusion: The use of coronal flaring instruments combinations with single file systems reduced the observation of dentin cracks. One Flare files caused less dentinal cracks than the other instruments test.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, farklı NiTi eğe sistemleri [Scope RS® Retreatment GOLD (SRG), WaveOne Gold (WOG) ve ProTaper Gold (PTG)] kullanılarak kök kanal dolgu maddelerinin uzaklaştırılması sırasında apikalden taşan debris ve kök kanal duvarlarında kalan dolgu maddesi miktarını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntemler: Kırk beş adet çekilmiş alt çene küçük azı dişin kök kanalları genişletilmiş ve tek kon tekniği kullanılarak gütaperka ve AH Plus kanal patı ile doldurulmuştur. SRG, WOG ve PTG eğeleri ile kök dolgu materyalinin uzaklaştırılması için dişler rastgele 15’li 3 gruba ayrıldı. Uzaklaştırma işlemi sırasında apikalden taşan debris, önceden tartılmış Eppendorf tüplerinde toplandı ve elektronik bir terazi ile ölçüldü. Kök kanallarında kalan dolgu maddesi miktarı dijital analiz programı (Image J) kullanılarak değerlendirildi. Veriler tek yönlü ANOVA testi kullanılarak analiz edildi. Bulgular: WOG eğe sistemi, PTG eğe sistemine göre anlamlı derecede apikalden daha az debris taşırırken (p=0,020); SRG eğe sistemi ile diğer 2 eğe sistemi arasında anlamlı bir farklılık bulunmadı (p=0,426, p=0,647). Kalan dolgu maddesi miktarı açısından anlamlı bir farklılık bulunmadı (p=0,308). Sonuç: Tüm gruplar apikal foramenden debris taşırdı. PTG eğe sistemi, WOG ve SRG eğe sistemlerine oranla daha yüksek seviyelerde apikal ekstrüzyona sebep oldu. Ayrıca kalan kanal dolgusu miktarı açısından gruplar arasında anlamlı bir fark bulunmadı.
Amaç: Popüler sosyal medya platformları olan Twitter, Instagram ve YouTube’da, florür ile ilgili paylaşılan gönderilerin içeriğini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntemler: Çalışma, Türkçe dilinde gerçekleştirilmiştir. Twitter platformunda “flor” ve “florür” anahtar kelimeleriyle paylaşılmış Mayıs 2017-Mayıs 2020 tarihleri arasında olan “tweet”ler; Instagram platformunda Nisan 2018-Nisan 2020 tarihleri arasında “florür” etiketiyle paylaşılan herkese açık tüm gönderiler; YouTube platformunda ise Mayıs 2020 tarihinde “florür”, “florür zararlı mı?”, “flor uygulaması” anahtarlar kelimeleriyle paylaşılmış tüm videolar, birer araştırmacı tarafından manuel olarak her bir platform için ayrıca hazırlanmış, paylaşımları nitelik ve niceliksel yönleriyle değerlendirmeyi amaçlayan anket soruları aracılığıyla analiz edilmiştir. Elde edilen veriler tanımlayıcı istatistikler (ortalama, yüzde değerleri) ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Twitter gönderilerinin %90,84’ünde kaynak belirtilmemiş, %74,64’ünde florürün zararlarından bahsedilmiştir. Instagram’da florürün zararlarından bahseden gönderiler, yararlı olduğunu savunan gönderilerden 2 kat fazla bulunmuş, ürün tanıtımı yapan gönderilerin %87’sinin florür içermeyen diş macunu kullanımını önerdiği tespit edilmiştir. YouTube’da ise videoyu yayımlayanların %64,1’i gibi büyük bir kısmı meslek dışı kişiler tarafından (alan dışı hesaplardan) paylaşılmış; bu paylaşımlar izlendiğinde %67,53’ünün olumsuz bilgi ve yorum içerdiği saptanmıştır. Sonuç: Florür ile ilgili sosyal medya platformlarında çok fazla yanlış bilgi ve içerik bulunmaktadır. Sağlık alanında uzman kişilerin, sosyal medyayı hastaları doğru yönlendirmek, kafa karışıklıklarını gidermek, yanlış bilgilere karşı eğitmek, doğru bilgi içermeyen paylaşımlara cevap vermek ve kanıta dayalı verileri paylaşmak için daha etkili ve aktif kullanmaları gerekmektedir.
Modern Endodontik tedavilerin başarı ve başarısızlıklarında diş hekimlerinin tecrübesi ve kullanılan teknolojik ürünlerin payı günümüzde çok önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle, klinisyenlerin büyüteç, dental operasyon mikroskobu, den- tal volumetrik tomografi, rubber-dam ve nikel-titanyum (NiTi) kanal eğeleri gibi ürünleri kullanması endodontik tedavinin başarısını anlamlı derecede arttırmaktadır. Kliniklerimizde, endodontik tedavi yaparken genellikle en çok kullandığımız alet ise paslanmaz çelik veya NiTi kök kanal eğe sistemleridir. Her iki farklı türdeki eğelerin kendi içerisindeki avantaj ve de- zavantajlarına rağmen, günümüzde endodontik tedavi yapı- lırken NiTi’den yapılmış aletler daha çok tercih edilmektedir. NiTi eğelerin hızlı ve pratik kullanımına rağmen, diş hekimleri endodontik tedavi uygulamalarında bu eğelerin kullanımın- da dikkatli davranmaları ve kullanacakları NiTi eğeleri çok iyi tanımaları gerekmektedir. Bu derlemenin amacı; modern en- dodonti pratiğinde sıklıkla kullandığımız NiTi aletlerin yıllar içerisinde yapmış olduğu tasarım değişikliklerini, sistem gün- cellemelerini ve jenerasyonlar arası farklılıklarını değerlendir- mek ve açıklamaktır.
Purpose: This study aimed to investigate the effect of glide path preparation before shaping with reciprocating single-file, rotary single-file and multiple-file systems on the debris extrusion from the apical, and on the root canal transportation. Materials and Methods: One hundred twenty curved mesial root canals of mandibular first molars were randomly distributed to six groups (n=20). The root canals were prepared with Reciproc in Group R, OneShape in Group OS, and ProTaper Next in Group PN. In the last three groups (RG, OSG and PNG), a glide path was created before the shaping instruments used in the first 3 groups. The pre- and post-preparation weight were measured by using a 10-5 microbalance.Pre- and post-preparation of the root canals were scanned by using cone-beam computed tomography (CBCT). Results: The debris extrusion in RG and OSG was significantly higher than R and OS, respectively. However, no significant differences were found between PN and PNG. Considering the root canal transportation, RG showed lower than R for 5 mm and 7 mm levels and the OSG group showed lower than OS for all levels. Creating a glide path significantly increased the shaping time for OS and PN groups. Conclusion: In advance of shaping with a single-file system in curved canals, creating a glide path preserves canal anatomy. However, it may lead to increase apical debris extrusion.
The aim was to compare the shaping ability and the canal straightening of T-Endo MUST and WaveOne Gold reciprocal file systems with glide path files in resin J-shaped root canals. Material and Methods: Two groups (n=17) were established. TEM tg (13/.04) + TEM M25 (25/.06) and WOG Glider (15/.02) + WOG Primary (25/.07) were used to prepare the resin simulated canals. A series of preoperative and postoperative images were taken by a digital camera and they were superimposed. The curvature angles and the amount of resin removed from both the inner and the outer wall of the canal into the level of 7 mm from the apical point, with a 1 mm increment were measured. The data were evaluated with independent samples Student’s t-test with 5% significance interval. Results: There was no statistically difference between TEM and WOG reciprocal files (p>0.05). No instrument fracture or canal aberrations were inspected during canal preparation. Conclusion: Within the limitation of this present study, TEM and WOG files maintained the original canal curvature in curved canals. They produced conservative shapes with lower foramen transportation.
Çalışmamızda, hareketli yer tutucu kullanımı öncesi ve 6 ay sonrası masseter kas kalınlığının ultrasonografi yardımıyla incelenmesi, ağız hijyeni ve beslenme alışkanlıklarının karşılaştırılması ve bu faktörlerin DMFS ve dmfs (çürük, kayıp ve dolgulu diş yüzey sayısı) ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntemler: Çalışmamızda yer tutucu ihtiyacı olan 20 çocuğa (6-12 yaş) ağız içi muayeneleri yapılmış, çürük sayıları, kayıp ve dolgulu diş yüzeyleri (DMFS, dmfs) kayıt altına alınmış ve hastalara sorular sorulmuştur. Çocuklarının beslenme ve ağız hijyeni alışkanlıklarını değerlendiren anket soruları uygulandı. Yer tutucu aparey uygulamasından önce ve 6 ay sonra hastaların bilateral masseter kas kalınlıkları ultrasonografi ile ölçüldü ve elde edilen tüm veriler istatistiksel olarak analiz edildi. Bulgular: İstatistiksel değerlendirmeler sonucunda, masseter kasının ultrasonografik değerlendirmesinde hem dinlenme durumunda hem de kontraksiyon durumunda sağ ve sol masseter kaslarının kalınlığındaki artış istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Ebeveynlerin eğitim durumu ve çocukların diş fırçalama sıklığı incelendiğinde, aralarında anlamlı bir ilişki bulunmadı. Ara öğünlerde şekerli atıştırmalık tüketimi ile DMFS indeks değerleri aralarında istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edilirken, dmfs indeksi arasında ise istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edilmedi. DMFS indeks değeri ile ebeveynlerin eğitim seviyesi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmazken, dmfs indeks değeri arasında anlamlı ilişki saptandı. DMFS değeri ile diş fırçalama sıklığı arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunurken, dmfs değeri ile arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı. Sonuç: Çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlar, dişli hareketli yer tutucu aparey kullanımının çocuklarda masseter kasının fonksiyonunda önemli etki sağladığını göstermiştir ancak bu konuyla ilgili daha fazla çocuğun dâhil olduğu yeni çalışmalara ihtiyaç olduğu sonucuna varılmıştır.
Childhood hypophosphatasia (HPP) presents with bowing of the limbs, poor mobility, chronic pain, short stature, fractures, and motor impairment. Enzyme replacement therapy (ERT) provides improved pulmonary and physical function in life-threatening perinatal and infantile forms of HPP. However, treatment of those patients without life-threatening HPP is limited. This report describes the results of asfotase alfa (Strensiq®, Alexion Pharmaceuticals, Inc.) treatment in a 6-year-old girl with childhood HPP, who presented with premature loss of primary teeth, low mobility, and chronic pain in the legs. Sequence analysis of the TNSALP gene revealed three heterozygous variants; c.526G>A (reported previously), c.1051G>C (novel), c.787T>C (reported previously). After a four-year follow-up under ERT, a marked reduction in leg pain and restlessness was observed and physical therapy assessments showed remarkable improvements in motor function, pain score, and quality of life. The treatment decision in childhood HPP is not as clear as in infantile and perinatal forms and it is mostly based on the clinical and radiological condition of the patient. In patients with childhood HPP without severe skeletal involvement but accompanying motor retardation, ERT may improve quality of life, motor functions, and daily activities
Aim: Dental anxiety is described as state anxiety due to dental treatment procedures. The present study aimed to evaluate the etiological factors of dental anxiety in children aged 7-8 and 11-12 years old. Materials and Methods: A total of 370 children of both genders were enrolled in this study. The parents’ socio-economic status, education levels and family income, oral hygiene habits, and the caries status of the children were recorded on a structured questionnaire. The dental anxiety of both the children and their mothers was evaluated by the administration of a questionnaire based on Corah’s dental anxiety scale (DAS). The children’s fear survey schedule-dental subscale (CFSS-DS) was also used to assess the dental anxiety levels of the children. Data were analyzed using the SPSS (SPSS Inc., Chicago, IL, USA) 19.0 software program. Descriptive statistics were used for socio-demographic data. Parametric and non-parametric tests were used to compare means/medians, whereas the chi-square test was used to compare proportions. Student’s t-test and one-way ANOVA with Bonferroni correction were employed to compare the anxiety scale results. All significance levels were set at 0.05. Results: A negative correlation was found between the age groups and dental anxiety levels in the children (p=0.02). The difference between gender and dental anxiety was statistically significant (p=0.01). Boys were found to be more anxious than girls. The differences between the dental anxiety and the education levels of the mothers and the family income of the parents were not statistically significant (p>0.05). It was detected that the maternal dental anxiety level strongly affected the anxiety level of the children in the group of 7-8 years (p=0.01), while no significant difference was found in the group of 11-12 years (p>0.05). A positive correlation was found between the dental caries scores of the children and their dental anxiety level (p=0.01). Conclusion: Dental anxiety is multifactorial and is far more complex than can be explained by a single contributing factor.
Kamusal dış mekânlar içinde yer alan parklar, toplumu oluşturan bireylerin toplanma, dinlenme, eğlenme gibi aktivitelerle sosyalleşmesine olanak sağlayan kentsel mekânlardır. Toplumda yer alan tüm bireylerin sosyal yaşama katılabileceği, herhangi birinin desteği olmadan huzurlu, güvenli ve özgürce vakit geçirebileceği mekânların tasarlanması büyük bir gerekliliktir. Bu çalışma ile literatür çalışmasından elde edilen ergonomi ve erişilebilirlik açısından belirlenen ilkeler doğrultusunda örnek bir peyzaj düzenleme projesinin tasarlanması amaçlanmıştır. Bu doğrultuda, engelli bireylerin engel türleri ve fiziksel yetenekleri göz önünde bulundurularak farklı ihtiyaçları bulunan bireylerin kamusal dış mekânlardan herkes ile eşit şekilde fayda sağlayabilmesi için nitelikli alanların oluşturulması hedeflenmiştir. Projenin hazırlanması sırasında, peyzaj düzenleme projesi için İzmir İli Bayındır ilçesinde yer alan ve mahalle parkı olarak hizmet vermesi düşünülen alanda önceden belirtilen kriterler doğrultusunda oluşturulan tasarım dijital ortama aktarılmış ve plan görüntüsü geliştirilerek öğelerinin biçimlendirilmesi ile görsel olarak sunuma hazır hale getirilmiştir. Bu çalışma ile engelli bireyler için, nitelikli tasarımların yapılabileceği ve bu tasarımlar sayesinde toplumdaki bütün bireylerin eşit hak ve özgürlükle kamusal parklardan etkin bir şekilde faydalanabilecekleri ortaya koyulmuştur.
Amaç: Bu çalışmanın amacı: görme engelli çocukların ağız-diş sağlığının belirleyicileri hakkında bilgi edinmektir ve ağız-diş sağlığının geliştirilmesi için neler yapılabileceğini araştırmaktır. Yöntem: Niteliksel verilere dayalı bu çalışmanın çalışma grubunu Aşık Veysel Görme Engelliler Okulunda gerçekleştirilen ağız-diş sağlığı eğitimine katılmış olan veliler ve öğretmenler oluşturmakta olup araştırmanın verileri veli ve öğretmen gruplarına özel olarak gerçekleştirilen dört odak grup görüşmesi ile toplanmıştır. Bulgu: Çalışmamızda 8 öğretmen, 9 veli ile yapılan 4 adet odak grup görüşmesi sonucunda; görme engelli çocuklarda ağız-diş sağlığı problemlerine sıklıkla rastlanıldığı ancak ağız-diş sağlığı hizmetlerine erişimde engellerin bulunduğu belirtilmiştir. Ağız-diş sağlığı davranışlarının belirleyicileri arasında okul ve öğretmenlerin etkisinin oldukça yoğun olduğu görülmüştür. Sonuç: Sağlık eğitiminin önemi ve velilerin, öğretmenlerin bu konudaki rolü; görme engelli çocukların ağız diş sağlığı durumunun belirleyicilerindendir. Okul, görme engelli çocukların ağız diş sağlığı açısından doğru alışkanlıklar kazandırılması için çok uygun bir ortamdır. Bu konuda daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Günümüzde küresel şirketlerin rolleri giderek artmaktadır. Bu durum toplumlar arası ilişkilere yansımaktadır. Toplumlar; ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda dönemin birbirine yakın ve uzak ilişkileriyle dünya sistemi içinde yerlerini almışlardır. Her konuda güçlü ve etkili olan ülkelerden ziyade, değişen dünya sistemi dengelerine göre, farklı konularda birleşme ve ayrışmalar ortaya çıkmaktadır. Ülkeler arası değişen dengeler, hükümetlerin çeşitli konularda sürdürdükleri iç ve dış politikalarına da yansımaktadır. Ana akım medyada kamuoyu için önem arz eden konularda hazırlanan haberler ve haber belgesellerinde bu politikalar yeniden üretilmektedir. Kamu televizyon kanalları yapımındaki haber belgeselleri, bu politikalar bağlamında kurgulanan gerçekliği temsil etmektedirler. Diğer deyişle belgesel gerçekliğine hükümet politikaları yansıtılmaktadır. Covid-19 pandemi döneminde hazırlanan aşı belgesellerinde, aşının etkinliği ve güvenirliliği konularında hem aşılara yönelik kamuoyu bilgilendirilmiş hem de hükümet politikaları araçsallaştırılarak ülkelere ilişkin kanaatler yönlendirilmiştir. Bu çalışmada Alman kamu televizyon kanalı WDR’nin yapımcılığını üstlendiği ve yayınladığı “Der Impfstoff - Das Ende der Pandemie?” (Aşı - Pandeminin Sonu Mu?) haber belgeselinde, Covid-19 aşılarının temsil edilen özellikleri ve farklı ülkelerin aşılarına yönelik gerçekliğin nasıl kurgulandığı dikkate alınarak, aşı haberleri aracılığıyla Almanya'nın dış politikada ülkeler arası yakın ve uzak ilişkileri okunmaktadır. Böylelikle Almanya'nın çok kutuplu küresel dünyadaki politik duruşu ve konumu, Fairclough'un söylem analizi metoduyla yorumlanarak, ortaya konulmaya çalışılmıştır. Çalışmada, Alman BioNTech aşısı başta olmak üzere Batı’da üretilen aşılar bilimsel yönden güçlü ve ön planda tutulurken, Doğu’daki aşıların (Çin, Rusya) etkinliği zayıf ve bilimden uzak olarak gösterilmektedir. Almanya ise küresel dünyada bilimsel yönü güçlü- ve Batı dünyasıyla yakın iş birliği içerisinde gösterilerek, Doğu ülkelerinden üstün bir pozisyona yerleştirilmiştir.
Leishmania spp., dişi tatarcıklar (Phlebotomus) ile insanlara bulaşan zorunlu hücre içi parazitleridir. Kutanöz layşmanyazis (KL) ve visseral layşmanyazis (VL) olmak üzere iki ana klinik formu bulunmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından ihmal edilen tropikal hastalıklardan biri olan layşmanyazisin her iki formu da ülkemizde endemiktir. Ancak ülkemizdeki son vaka sayıları bilinmemektedir. Vakaların sporadik olarak görüldüğü bir bölgede bulunan kliniğimizde Ocak-Mart 2021 tarihleri arasında üç visseral layşmanyazis, iki kutanöz layşmanyazis tanısı konmuştur. Bildirimi yapılan vaka sayıları ile karşılaştırıldığında artan vaka sayıları dikkat çekmiştir. Vakaların bir kısmı dış merkezde tetkik edilmiş olup layşmanyazis açısından tetkik edilmedikleri görülmüştür. Bu yazıda amaç; ülkemizin layşmanyazis açısından endemik bir bölge olduğunu vurgulamak ve nedeni bilinmeyen ateş olgularında ve uzun süreli lezyonlarda layşmanyazis ayırıcı tanısının da düşünülmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Amaç: Makale coğrafi işaretli (Cİ) ürünlerin, bölgesel ekonomik gelişmedeki etkisini olduğunu değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Makale, yerel kapasiteye odaklanan “Üçüncü yol” paradigmasına temellendirilmiştir. Materyal ve Yöntem: Cİ’li ürünler ile tescillenen bölgelerin ekonomik göstergeleri derlenmiştir. Cİ bağımsız değişken, kişi başına düşen GSYİH, dış ticaret geliri, tasarım, faydalı model, patent, marka ve girişim sayıları bağımlı değişkenler olarak kabul edilmiştir. Bu göstergeler bölgelerimiz bazında sayısallaştırılarak basit doğrusal regresyon analizi yapılmıştır. Araştırma Bulguları: “Bir bölgedeki Cİ varlığı, o bölgenin ekonomik kapasitesini etkiler.” hipotezi test edilmiştir. Cİ’in sadece tasarım sayısı ile istatistiksel olarak anlamlı bir ilişkisi bulunmamaktadır. Kişi başına GSYİH, dış ticaret geliri, patent, faydalı model, girişim ve marka sayıları ile Cİ’in ters yönlü ve orta seviyeli ilişkisi bulunmaktadır. Özetle; 1 milyon kişiye düşen Cİ sayısındaki her birim arttığında, GSYİH, dış ticaret geliri, patent, faydalı model, girişim ve marka sayılarının azaldığı gözlenmiştir. 1 milyon kişiye düşen tasarım sayısı ile Cİ arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Sonuç: Ülkemizde Cİ’in alındığı bölgelerde, genel itibariyle ekonomik ve yenilikçilik göstergeleri yüksek olmadığı için Cİ’in bölge ekonomisine katkısı sınırlı olabilmektedir. Ülkemizdeki mevcut gelişme eğiliminde, Cİ’li ürünlerin olanaklarına ilgi duyulmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla ekonomik gelişme gösteren kentler ile Cİ tescilleri yapılan kentler; fiziksel ve bilişsel bir birliktelik ve gelişme dinamizmi yakalayamamıştır.
Orhan Kemal’in Murtaza romanı önce 17 Ocak-29 Şubat 1952 tarihleri arasında Vatan gazetesinde tefrika halinde yayımlanmış, ardından aynı yıl kitap halinde basılmıştır. Roman olarak ilgi gören Murtaza, sinema ve tiyatroya da uyarlanmıştır. Çeşitli çalışmalarda farklı yönleriyle ele alınan roman, bu makalede laytmotifler açısından incelenmiştir. Çalışmanın giriş kısmında terim sözlüklerinden yola çıkılarak bu tekniğin tanımı ve edebi eserlerde kullanılışı hakkında genel bilgiler aktarılmıştır. Ardından Murtaza romanıyla ilgili kısaca bilgi verilip asıl konu olan laytmotiflere geçilmiştir. Makale, laytmotif tekniğinin romanda nasıl kullanıldığını göstermeyi hedeflemektedir. Romandaki laytmotifler çeşit ve işlev açısından iki ana başlıkta ele alınmıştır. Laytmotif çeşitleri, toplumsal değerlerle, fiziksel özellikler ve dış görünüşle, davranış şekilleriyle ilgili tekrarlar olmak üzere üç alt başlıkta değerlendirilmiştir. Murtaza romanında laytmotiflerin iki temel işlevi saptanmıştır: karakter çizme ve atmosfer oluşturma. Sonuç kısmında ise romandaki tekrarların hangi amaca hizmet ettiği ve esere ne kattığı soruları cevaplanmaya çalışılmıştır. Murtaza romanı laytmotif tekniğinin romanda geniş ve başarılı bir şekilde kullanıldığı örneklerden biridir.
17. yüzyıl İstanbul minarelerinde, Klasik Dönem Osmanlı mimarisi özelliklerinin devam ettiği görülmektedir. 18. yüzyıla gelindiğinde, Batılı üslupların etkisiyle minarelerin form ve süsleme özelliklerinde değişimler başlamıştır. 19. yüzyıl İstanbul minarelerinin ise dönemin değişen beğeni anlayışına paralel olarak ilk bakışta fark edilebilecek yeni bir tarza büründüğü görülür. Minareler, ince ve uzun mimarisiyle oldukça zayıf bir yapıya sahiptirler. Zaman içerisinde çeşitli sebeplerle kısmen ya da tamamen yıkılan minarelerin, bazen özgün şekliyle bazen ise içinde bulunulan dönemin üslubuna göre yenilendiği görülmektedir. Bu durum minarelerin tarihlendirilmesini zorlaştırmaktadır. Bu sebeple, 19. yüzyıl minarelerinin genel özelliklerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmada, sadece 19. yüzyılda inşa edilmiş camilerin minareleri ele alınmıştır. 19. yüzyıl İstanbul minarelerinin en dikkat çekici özelliklerinden biri, hünkar kasrıyla bir bütünlük içinde inşa edilmiş olmalarıdır. Kaideler uzamış, kimi zaman beden duvarı içinde eriyerek, yapı cephesinin bir parçası gibi düzenlenmiştir. Daha çok bir süsleme unsuru haline dönüşmüş olan bilezikli ve soğanvari formlu pabuçlar, 19. yüzyıla özgüdür. Minare gövdeleri uzamış ve incelmiştir. Şerefe, bu dönem minarelerinde en çok değişimin olduğu mimari elemanlardan biridir. Şerefe altlığında, 18. yüzyıldan itibaren karşımıza çıkan, iç bükey ve dış bükey silmelerden oluşan bilezikli geçişler bu dönemde de kullanılmıştır. Bununla birlikte, şerefe altlığının adeta korint başlığa benzer bir düzenlemeye sahip olduğu örnekler, 19. yüzyılda karşımıza çıkmaktadır. Bir grup örnek ise İran minarelerini hatırlatır nitelikteki galerili şerefesiyle dikkat çeker. Minarelerin petek bölümleri, gövde de olduğu gibi incelip uzamıştır. Farklı formlardaki taş külah inşası, yine bu döneme özgü bir özelliktir. Alemler, form ve süsleme özellikleri açısından Batılı üslupların etkisiyle şekillenmiştir.
Emzirme, yaşamın ilk yılları için en uygun beslenme yöntemi olarak kabul edilir. Emzirme oranları tüm dünyada halen istenen düzeyde değildir. Bilimsel literatürde kadınların emzirme tercihini etkileyen deneyimler ve koşullar hakkında çalışmalar vardır. Ancak emzirme, emzirebilen veya emziremeyen kadınların deneyimlerini ve koşullarını tanımlamaktan daha karmaşıktır. Bu nedenle, emzirme bir bebeği anne sütü ile beslemekten daha fazlasıdır. Emzirme biyolojik, psikolojik, kül- türel, sosyal, ekonomik ve politik etkilere maruz kalabilecek karmaşık bir fenomendir. “Etkileşimli Emzirme Teorisi,” emzirme sürecini temsil eden ve 11 kavramdan oluşan açık, birbiriyle ilişkili ve yinelenen bir sistemin temsilidir. Bu derlemenin amacı, etkileşimli emzirme teorisi ışığında, emzirme sürecini interaktif ve sistemik olarak tanımlamak ve açıklamaktır. Ebelik ve hemşirelik gibi profesyonel disiplinlerde, mesleki uygulamalara öncülük eden bilimsel bilgi yükü genellikle kavram ve kuramlarla açıklanmaktadır. Kuramlar, teoriye dayanan bilimsel verilerle, mevcut bilgi birikiminin sentezlenmesi sonucu gelişir. Teorilerin amacı, fenomenler arasındaki koşulları veya ilişkileri tanımlamak, açıklamak, tahmin etmektir. Ebelik- hemşirelik bakımında, teoriler gerçek- liklerin sembolik temsiliyle, sistematik bir şekilde bu bakıma hizmet eder. Etkileşimli emzirme teorisi, ebelerin ve hemşirelerin, emzirmenin güvenli, etkili bir şekilde korunması, geliştirilmesi ve desteklenmesi çalışmalarında bilgi, uygulama ve eleştirel düşünme becerisi kazanmalarına yardımcı olmak amacıyla, doğum öncesi, doğum, doğum sonrası dönemde kullanabilecekleri faydalı bir araç olabilir.
Diş hekimliği alanında başarı için mesleki bilgi ve teknik becerinin yanında iletişim becerileri de oldukça önemlidir. Hastaların daha bilinçli olduğu günümüzde iyi iletişimin, klinik sonuçlar, hasta kaygısı, hasta memnuniyeti ve tedaviye uyumu gibi konular üzerindeki olumlu etkisi kanıtlanmıştır. İyi bir iletişim için hekim, aktif dinleme becerilerini kullanabilmeli, hasta verilerini kapsamlı şekilde elde edebilmeli, hastaya açık ve anlaşılır şekilde bilgi verebilmeli ve empati yapabilmelidir. Başarılı bir diş hekiminin iletişim kurma konusunda yetkin olması gerekliliği dünyada çeşitli topluluklar tarafından da kabul edilmiştir. Bu sebeple öğrencilere lisans programı sırasında iletişim eğitiminin verilmesi önerilmektedir. İletişim becerileri eğitiminde kullanılmak üzere geleneksel dersler, videoya kaydedilmiş sunumlar, rol canlandırma, standart hasta ve gerçek hasta görüşmeleri, akran öğretmeleri ve küçük grup tartışması gibi pek çok farklı metot bildirilmiştir. İletişim becerilerini kazandırmak için interaktif yöntemlerle birlikte destekleyici olarak pasif, geleneksel yöntemlerin kullanılması fayda sağlar. Ancak, çoğu diş hekimliği fakültesi müfredatında iletişim eğitimi programı sistematik bir çerçeveden yoksundur. Diş hekimliği müfredatının doluluğu, öğretim üyelerinin iş yükü ve eğitim hastaları için maddi yetersizlik gibi konular iletişim becerileri eğitimini zorlaştırmaktadır.
Giriş ve Amaç: Bu retrospektif çalışmada, lateral yaklaşım ile maksiller sinüs ogmentasyonu uygulanmış ve implantların eş zamanlı olarak yerleştirildiği hastalarda, implant kaybı ile ilişkili risk faktörlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: 2015 Ocak ile 2018 Aralık ayları arasında maksiller sinüs ogmentasyonu uygulanmış 36 hastada toplam 105 implant retrospektif olarak incelenmiştir. Yaş, cinsiyet, implant yapısı, boy, çap ve yeri, kullanılan kemik grefti ve bariyer membran, sinüs membran perforasyonu, greft kaybı, greft enfeksiyonu ve rezidüel kemik yüksekliği ile kaybedilen implantlar değerlendirilmiştir. İmplant sağkalım oranları toplam yerleştirilen implant sayısına göre yüzdelik olarak hesaplanmış ve implant kaybı ile ilişkili risk faktörlerini belirlemek için Multiple Lojistik Regresyon analizi yapılmıştır. Bulgular: Yüz beş implantın 10’u kaybedilmiştir. İmplant sağkalım oranı %90.4’tür. Makineyle işlenmiş boyun yapısına sahip implantların, implant kaybına yol açması olasılığının pürüzlü boyun yapısına sahip implantlara göre 12,96 kat daha fazla olduğu (p=0,018) ve rezidüel kemik yüksekliğindeki 1 mm'lik artışla implant kaybı olma olasılığının yaklaşık %71 azaldığı (p=0,012) bulunmuştur. Tartışma ve Sonuç: Çalışmamızdan elde edilen sonuçlara göre, makineyle işlenmiş boyun bölgesine sahip implantların kullanımı ve 4 mm’nin altında rezidüel kemik yüksekliği implant kaybı riskini arttırmaktadır.
Giriş ve Amaç: Bu çalışmanın amacı, şiddetli erken çocukluk çağı çürükleri (Ş-EÇÇ) görülen çocuklarda genel anestezi (GA) altında gerçekleştirilen diş tedavilerinin çocukların ağız sağlığı ile ilişkili yaşam kalitesi üzerindeki etkisini (OHRQoL) belirlemektir. Yöntem ve Gereçler: Ş-EÇÇ nedeniyle GA altında diş tedavisi görmüş 72 aydan daha küçük çocuk hastalar ve ebebeynleri bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Çocukların ay olarak yaşı, cinsiyeti, Amerikan Anesteziyoloji Derneği (ASA) sınıflamasına göre hasta grubu, dmft indeksi, yapılan tedavi tipleri, işlem süresi, katılımcı ebeveyn bilgileri, ebeveynin eğitim düzeyi gibi demografik bilgiler kaydedildi. Çocukların OHRQoL’sini ölçmek amacıyla Erken Çocukluk Çağı Ağız Sağlığı Etki Ölçeği (ECOHIS), çocukların diş tedavisi öncesinde ve 1 ay sonrasında ebeveynler tarafından yanıtlandı. İstatistiksel analizde bağımsız örneklem t-testi ve Wilcoxon işaretli sıralar testi kullanıldı. Bulgular: Toplam ECOHIS skoru ve alt alanlara ait skorlar, GA tedavisinden sonra istatistiksel olarak anlamlı şekilde azalmıştır (p<0.05). “Çocuk benlik bilinci/sosyal etkileşim’’ ile “aile fonksiyon’’ alt alanlarında orta düzeyde değişim saptanırken diğer alt alanlarda büyük düzeyde değişim saptanmıştır. Tartışma ve Sonuç: Ş-EÇÇ’den yakınan çocuklarda, kapsamlı diş tedavilerinin GA altında gerçekleştirilmesi çocukların OHRQoL’sini ve ebeveynleri olumlu yönde etkilediği tespit edilmiştir.
Giriş ve Amaç: Oral liken planus (OLP) hastalarının stres düzeylerinin STAI-II (State-Trait Anxiety Inventory-Durumluk Sürekli Aksiyete Ölçeği-II) kullanılarak belirlenmesi ve sağlıklı grup ile karşılaştırılmasıdır. Yöntem ve Gereçler: Klinik ve histopatolojik olarak OLP tanısı almış hastalar test grubuna, kliniğe rutin kontrol amacıyla başvuran ve oral mukozal lezyonu bulunmayan hastalar ise kontrol grubuna dahil edildiler. Tüm katılımcılardan STAI-II ölçeğini doldurmaları istendi. Demografik veriler ve STAI-II değerleri ki- kare testi ile, STAI-II değerlerinin yaş ve cinsiyet ile korelasyonları ise non-parametrik korelasyon analizi ile değerlendirildi. Bulgular: OLP grubunun (n=55) %77,7’si kadın %22,3’ü erkekti, grubun yaş ortalaması 52,35 olarak belirlendi. Kontrol grubu (n=40) katılımcılarının %75’i kadın %25’i erkekti ve yaş ortalaması 28,5 idi. OLP grubu yaş ortalaması kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksekti (p<0,0001). Her iki grup arasında cinsiyet dağılımları arasında anlamlı farklılık saptanmadı (p=0,87). OLP grubu katılımcılarının ortalama STAI-II değerleri, kontrol grubuna göre anlamlı şekilde daha yüksekti (p=0,03). Tartışma ve Sonuç: Stresin etiyolojik faktör olarak rol oynadığı ağız hastalıklarında dental ve medikal tedavilerle birlikte tamamlayıcı psikolojik tedavilerin de genel protokolde yer alması bu hastalardaki OLP gibi lezyonların remisyonunda faydalı olabilir.
Giriş ve Amaç: Bu çalışmanın amacı; kafatasında bulunan iskeletsel anatomik özellikler ile okluzyondaki alt yüz yüksekliği arasında kuvvetli bir korelasyon olup olmadığını istatistiksel olarak araştırmak ve bu araştırmanın sonucunda geliştirilen regresyon formülü yardımıyla tam protezlerin okluzal dikey boyutunu nesnel ve yinelenebilen bir yöntemle saptamaktır. Yöntem ve Gereçler: 21 hastada Sefalometrik analiz yöntemiyle belirlenen okluzal dikey boyut artışları 2 mm ile 16 mm olmak üzere ortalama 9 mm dir. Artışlar artikülatör kullanılarak yapılmıştır. Hastalar; klinik değerlendirme formu, Helkimo Anamnestik ve Klinik Disfonksiyon İndeksleri, Manyetik Rezonans Görüntüleme yöntemi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: 13 kadın hastanın %100’ü, 8 erkek hastanın %62.5’i protezlerini kullanmaya devam etmektedir. 21 hastanın %85.7 si, protezlerinin çiğneme işlevinden rahattır. 21 tam protez hastasının %90.5’i yeni protezlerinin estetiğinden hoşnuttur. Helkimo Anamnestik ve Helkimo Klinik Disfonksiyon indekslerine göre dikey boyut artışından sonra stomatognatik sistem yakınmalarında istatistiksel olarak anlamlı bir iyileşme görülmüştür. MR Görüntüleme Yöntemine göre protezini kullanmaya devam eden 17 hastanın 16 sında kondil ile glenoid fossa eş merkezli yerleşmiştir, yumuşak ve sert dokuda herhangi bir patolojiye rastlanmamıştır. Tartışma ve Sonuç: Bir kerede yükseltilen dikey boyutun temporomandibular eklem bölgesinde herhangi bir zarara yol açmadığı görülmüştür. Bu nedenle, işlevsel anatominin hastaya iade edilmesinin hem şifaya hem de arzu edilen bir estetik görüntüye neden olduğu düşünülmektedir.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Mezuniyet Öncesi eğitiminin Dişhekimliği Ulusal Çekirdek Eğitim Müfredatı’na (DUÇEP) göre yapılandırılması, öğrenim çıktısı odaklı bir eğitim müfredatı hazırlanması ve bu uyum sürecindeki gelişme ve iyileştirmelerin, standart bir yazılım ile değerlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Çalışma 4 aşamada uygulandı. İlk aşamada eğitim müfredatının DUÇEP uyumluluğu sağlandı, 2. aşamada ise DUÇEP uyumlu eğitim müfredatı KEYPS yazılımına aktarılarak tüm konulara yönelik belirtke tabloları hazırlandı. Üçüncü aşamada karşılanma düzeyi düşük olan program yeterlilikleri saptanarak gerekli düzenlemeler gerçekleştirildi. Son aşamada fakültemiz öğretim elemanlarına 15 soruluk bir anket uygulanarak elektronik ortamda uygulanan müfredat geliştirme sürecine yönelik görüşleri öğrenildi. Bulgular: Yazılım aracılığıyla DUÇEP uyumluluğu ve program yeterliliklerinin karşılanma düzeyinin hızlı ve verimli bir şekilde belirlenebildi. Öğretim elemanlarının büyük bir kısmı standardizasyonun sağlanmasında bilgisayar tabanlı eğitim yazılımı kullanımının (%68,35, n=52) ve yazılımın eğitim programımızın DUÇEP uyumluluğunun izlenmesinde önemli olduğunu (%78,8, n=60) bildirdiler. Katılımcıların büyük bir kısmı eğitim yazılımı ile müfredatımızın zayıf ve güçlü yönlerinin hızlı ve etkin bir şekilde belirlenebileceğini ifade ettiler. Sonuç: Eğitim yazılımları müfredatın program çıktıları ve çekirdek eğitim programları ile uyumunun değerlendirilmesinde hızlı çözüm önerileri sunmaktadırlar. Fakültemizde eğitim müfredatının elektronik ortama aktarılması, eğitim içeriğinin kolayca güncellenebilmesi, zaman tasarrufu ve standardizasyon sağlamıştır.
Introduction: Laboratory studies were demonstrated promising performances of fiber-reinforced materials with respect to fracture resistance and polymerization shrinkage, especially for non-vital teeth restorations. However, few clinical trials on this topic had been published. The aim of the present study is to investigate the clinical performance of short glass-fiber reinforced composite restorations. Methods: Thirty patients with root canal treated and temporarily filled molars include in this study. Half of them were restored with short glass-fiber reinforced composite restorations while the other half was restored with a nanohybrid resin composite only. Modified USPHS (US Public Health Service) criteria were used to evaluate restorations by two restorative dentistry specialist, at baseline, 6th month and 12th-month control sessions. Mc-Nemar test was used to compare baseline scores and control scores in the 6th and 12th months. Results: Although the restorations performed showed slight changes according to the marginal integrity, marginal coloration and anatomical form criteria, these changes did not create a significant difference between the groups (p> 0.05). Discussion and Conclusion: Within the limitations of this study, all restorations were provided adequate aesthetics and function during the 12-month follow-up regardless of fiber reinforcement.
Introduction: The aim of this study was to examine the theses made in orthodontic postgraduate education and to analyze the trends in terms of selected topics. Methods: Doctoral (PhD), master's (MSc) and specialization theses completed between 2017- 2021 in the field of orthodontics in Turkey were examined. Turkish National Thesis Center database was searched online. Theses completed at both public and private universities were included in the study. Results: A total of 563 theses were analyzed. 24 (4.2%) of the theses were master's, 125 (22.2%) doctorate and 424 (73.6%) specialization thesis. 173 (30.7%) of the thesis were reports the treatment outcome, 170 (30.2%) were diagnostic, 147 (26.1%) were material studies, 27 (4.8%) of theses were on finite element analysis, 22 (3.9%) were on animal experiment and 5 (0.9%) were about education. According to the methodology, it was found that 235 (41.7%) of theses were based on clinical studies, 121 (21.5%) were laboratory studies, 126 (22.4%) were measurement studies (models, films, photographs etc), 45 (8%) were questionnaires and 33 (5.9%) were computer-based studies. Discussion and Conclusion: Due to the widespread use of 3- D imaging methods, most of the theses were made using these technologies. Deep bite, artificial intelligence, vibration therapy, lingual orthodontics and aligners were the least studied subjects.
Objective: Many methods are used in the treatment of coronavirus disease 2019 (COVID-19), which causes acute respiratory distress syndrome (ARDS), and there are conflicting reports in the literature regarding the results of mesenchymal stem cell (MSC) therapy, which is one of those methods. The aim of our study is to evaluate the effect of MSC treatment applied together with standard treatments on survival. Materials and Methods: This retrospective case-control study evaluates the survival effect of MSC treatment administered to patients treated in intensive care after the development of ARDS due to COVID-19 between March 2020 and March 2021. The age, gender, comorbid disease status, APACHE II score, and overall and comorbidity-based survival rates were compared between patients who received standard medical treatment (SMT) and patients who received MSC treatment together with SMT. Results: There were 62 patients in the group receiving only SMT and 81 patients in the group receiving SMT and MSC. No difference was observed between the groups in terms of age, gender, presence of comorbid diseases, or APACHE II scores. There were also no differences according to Kaplan-Maier analysis for the survival statuses of the groups. There was no serious adverse effect due to MSC treatment among these patients. Conclusion: Our study presents the largest case series in the literature, and it was observed that MSC treatment may not significantly affect overall survival or comorbid disease-based survival, in contrast to many other studies in the literature.
Objectives: Nurses are exposed to a variety of factors that can create emotional challenges and increase the risk of burnout. This study was designed to examine the relationship between emotional reactivity and burnout among clin- ical nurses. Methods: This correlational and cross-sectional study was conducted at a university hospital. The sample consisted of 199 nurses. The data were collected using a sociodemographic characteristics questionnaire, the Emotion Reactivity Scale (ERS), and the Burnout Measure-Short Form (BM-SF). Results: The study participants had a mean BM-SF and ERS score of 35.85±11.42 and 41.78±8.50, respectively. They had a mean ERS emotional sensitivity, emotional intensity, and emotional persistence subscale score of 13.94±3.45, 11.46±2.54, and 16.36±3.71, respectively. There was a positive correlation between the BM-SF and ERS scores (p<0.001). Conclusion: Clinical nurses often experience conditions that can trigger emotional reactivity and individuals who dis- play greater emotional reactivity tend to have a higher degree of burnout. It is important that institutions and govern- ing bodies provide nurses with training related to emotion recognition and expression to help them develop coping skills and psychological resilience.
Bu olgu sunumunda amaç pigmente paravenöz retinokoroidal atrofi (PPRKA) ile birlikte kistoid maküla ödemi (KMÖ) olan bir hastada multimodal görüntüleme özelliklerinin gösterilmesidir. Yedi yaşında kız çocuğu kliniğimize hafif görme bulanıklığı ve gece görmede azalma şikayeti ile başvurdu. En iyi düzeltilmiş görme keskinlikleri her iki gözde 10/10 idi. Fundus muayenesinde retinal damarlar boyunca ve optik disk çevresinde atrofik alanlar görüldü. Mid-periferal retinada birkaç tane noktasal paravenöz pigmentasyon izlendi. Fundus otofloresans PPRKA ile uyumluydu. Spektral domain optik koherens tomografide (OKT) KMÖ olduğu ve maküla dışında dış retina katlarında kayıp görüldü, makülada retinal katlarda kayıp yoktu. OKT anjiyografide koryokapillaris tabakası ve akımı normaldi. Hasta yaklaşık olarak 6 ay takip edildi ve KMÖ ile klinik durumunda değişiklik olmadı. Oküler enflamasyon olmadan KMÖ görülmesi PPRKA için sıradışı bir bulgudur ve PPRKA etiyolojisinde kronik veya latent enflamasyon olabileceğini düşündürmektedir.
Objective: To retrospectively evaluate the forensic dental records of patients referred to our faculty and offer a standard dental record form. Material and Methods: All forensic odontology cases referred to the our faculty between 2011 and 2019 were evaluated. In addition to demographic findings such as age and gender, the reasons for referral (file types) and dental examination findings were recorded. Differences between the forensic file types according to years were obtained. Data were analyzed using descriptive statistics and frequency distributions. Results: Of 127 dental forensic files evaluated, 54% of the files were trauma, 33% were malpractice and 13% were determination of age. When referral reasons are examined according to gender, it was shown that the number of males was much higher than females in trauma cases while number of females is high in others file types. Analyzing the files according to years showed that the cases before the year 2011 were disorganized and forensic files in 2012-2014 were missing. The malpractice cases were increased while trauma cases were decreased over the years. Conclusion: Trauma cases were the most common reason for referral to forensic cases. However, it was observed that the forensic reports evaluated did not include parameters for the evaluation of injury crimes in terms of forensic medicine. Inadequate forensic dental records also prove the importance of archiving dental files in forensic cases. With the proposal of dental report form presented, it will be possible to standardize and improve the quality of the forensic records.
Amaç: Ağız hastalıkları ve dental girişimler, hemodiyaliz uygulanan kronik böbrek yetersizliği hastalarında önemli morbidite ve potansiyel mortaliteyle sonuçlanan bakteriyemilere yol açabilir. İlerleyen teknoloji ve tıp ile birlikte ağız, diş ve çene sağlığı uzmanlarının da tıbbi açıdan komplike sorunları olan hastaların yönetiminde bütüncül bir yaklaşıma sahip olması gerekmektedir. Bu çalışmada, retrospektif olarak kronik böbrek yetersizliği hastaları ile sağlıklı bireylere ait panoramik radyografiler üzerinde spesifik bulgular ve mevcut ağız sağlığı tablosunu inceleyerek, aralarında istatistiksel anlamda bir fark olup olmadığını araştırmayı, ayrıca kronik böbrek yetersizliği hastalarında Brown tümörünün görülme olasılığını değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Çalışmamızda 42 (%28,2) kadın, 107 (%71,8) erkek olmak üzere 149 kronik böbrek yetersizliği hastası ile aynı hastaneye rutin diş tedavisi için başvurmuş, yaş ve cinsiyet uyumlu 60 (%30) kadın, 140 (%70) erkek olmak üzere 200 kontrol grubuna ait panoramik görüntülemeler kullanılmıştır. Yirmi yaş dişlerinin de dâhil edildiği çalışmamızda, çürük, eksik ve dolgulu dişlerin matematiksel toplamı olan çürük, eksik ve dolgulu diş indeksi ve ayrıca periodontal harabiyet, periapikal indeks, lamina dura kaybı, pulpa kalsifikasyonları sağlıklı bireyler ile karşılaştırılmıştır. Ayrıca çalışma grubunda, Brown tümörünün varlığı ve yüzdesi araştırılmıştır. Bulgular: Verilerimize göre çalışma ve kontrol grupları arasında sadece dolgulu dişler ile lamina dura kaybında istatistiksel anlamda farklılık elde edilmiştir. Çalışma grubunda sadece 1 (%0,7) kişide Brown tümör ile uyumlu görüntü gözlenmiştir. Sonuç: Sonuç olarak çalışmamızda, kronik böbrek yetersizliği hastalarında ağız sağlığının birçok yönünün iyi eşleştirilmiş bir kontrol grubu ile karşılaştırılabilir olduğu gösterilmiştir.
Objective: Obesity maintains its importance as an important public health problem with its increas ing morbidity and mortality in all ages and social groups all over the world. A new protein Klotho, dis covered in 1997, has an important role in the aging process. It has been already known that another factor related to aging is telomere length and telomerase activity. Telomere lengths shorten and aging occurs with decreasing telomerase activity. The purpose of the present study was to evaluate the relationship between Klotho protein, telomerase enzyme activity, and obesity, which is a risk factor for aging. Methods: A total of 39 obese patients and 42 normal-weight patients were included in the study. Three tubes of blood were collected from the participants to determine the expression levels of the human telomerase reverse transcriptase gene and the Klotho and glycated hemoglobin levels. The Statistical Package for the Social Sciences version 21 was used in the statistical analysis of the study data. Results: Although no significant differences were detected between the obesity group and the con trol group in terms of Klotho levels, telomerase activity was decreased in the obese group. When the relationship between Klotho and telomerase in the obese and control group was compared, no statistically significant relationships were detected in either group. Conclusion: Although the comorbidities brought by obesity pose a risk for aging, this could not be demonstrated in the present study in terms of Klotho level and telomerase activity. Further studies are needed on this subject.
Giriş ve Amaç: Farklı diş hekimliği fakültelerinden elde edilen dental volümetrik tomografi (DVT) raporlarının biçimsel formatları ile endikasyona-özgü içeriklerinin değerlendirilmesi. Yöntem ve Gereçler: Sıklıkla DVT reçetelenen endikasyonlardan kemik-içi lezyonlar, gömülü dişler, implant planlaması ve endodontik patolojiler için yazılan DVT raporlarının içeriğinde bulunması gereken parametreler, derleme makaleleri ve birlik raporları rehberliğinde listelenerek özel rapor içerik formları oluşturuldu. Yirmi altı diş hekimliği fakültesinden elde edilen 200 rapor farklı endikasyonlar için gruplandırılarak format ve içerikteki parametrelerin varlığı/yokluğu yönünden değerlendirildi. Bulgular tanımlayıcı istatistiksel yöntemlerle değerlendirildi. Bulgular: Raporların %91’i yapılandırılmış formatta idi. Demografik bilgiler (%91,5) ile cihaz özellikleri (%56,5) en sık raporlanan parametreler iken, klinik bulguların %22,5 oranında raporlandığı bulundu. Kemik-içi patolojilere ait raporlarda, lezyonun biçimsel ve boyutsal özelliklerinin sırasıyla %42 ve %46 oranında raporlandığı görüldü. Gömülü dişlere ait raporlarda diş konumunun %92 oranında yazıldığı gözlendi. İmplant planlaması için hazırlanan raporlarda vital dokularla ilişkilerin %64 oranında yazıldığı saptandı. Endodontik kökenli patolojiler için hazırlanan raporlarda ise kök-kanal morfolojisine ait değerlendirmelerin %20 oranında yazıldığı gözlendi. Tartışma ve Sonuç: DVT raporlarının yazımında yapılandırılmış format tercih edilmektedir. İçerikte bulunması gereken bilgiler yönünden en yetersiz raporların endodontik kökenli patolojiler için hazırlandığı gözlendi. Farklı endikasyonlara ait raporlarda mutlaka bulunması gereken parametrelerin standardize edilmesi ve ortak bir terminoloji geliştirilmesi için eğitim müfredatının revizyonu önerilmektedir.
Introduction: Aim of this in vitro study was to evaluate the effect of different polishing systems on the surface roughness of ten different resin composites. Methods: 60 samples were prepared for each resin composites. Plexiglass molds (8mm diameter and 2 mm depth) were used. The samples were divided into five subgroups according to polishing systems. Group 1: control (no polishing), Group 2: Clearfil Twist Dia, Group 3: Pogo, Gropu 4: Sof-Lex and Group 5: Super Snap. Surface roughness measurements were performed from three different points using a profilometer and surface roughness values were recorded. The obtained data were statistically analyzed with the Kruskal Wallis and Mann Whitney U test (Bonferroni correction) at 95% confidence interval. Results: Significant differences were observed between the surface roughness of polishing subgroups in each resin composites (p<0.05). Except for Geanial and Gradia Direct, all resin composites shown significantly lower roughness values in the control group (p<0.05). Also, it was determined that there was a significant difference between the roughness values of the tested resin composites in all polishing groups (p<0.05). Discussion and Conclusion: The properties of the resin composite used should also be considered while applying the finishing and polishing processes in aesthetic restorations.
Introduction: The objective of this study was to evaluate a possible relationship between maxillary sinus volume (MSV) and the diameter and length of the nasolacrimal canal (NC) using cone beam computed tomography (CBCT) data. Methods: In this retrospective study, CBCT scans of 93 patients were evaluated. The maxillary sinuses and NCs were evaluated separately using Fujifilm-Synapse 3D software. 186 measurements of NC and maxillary sinuses were made in 93 patients. Results: The total mean patient age was 38.2 ± 15.2 years. There were no significant differences between genders in terms of MSV, length, and diameter of NC. No statistically significant differences were found between the two sides in terms of MSV, length, and diameter of NC. While a negative correlation was detected between MSV and NC diameter, a positive correlation was found between MSV and NC length. Discussion and Conclusion: As the maxillary sinus medial wall forms the lateral border of the nasal cavity, the recognition and preservation of the nasolacrimal canal is essential for better postoperative results in surgical procedures to be applied to this area. In our study, it was found that as MSV increased, the diameter of the NC decreased and its length increased.
Introduction: Aim of this study was to evaluate color stability of two different types of bulk-fill composite resin and CAD/CAM hybrid ceramic materials after thermal ageing. Methods: 12 samples from Tetric-N-Ceram Bulk-Fill and Estelite Bulk-Fill Flow with 4-mm thickness 10-mm diameter were prepared in a teflon mould. Prepared samples were polished with discs from coarse-to-fine(10sec).12 samples from Vita-Enamic and Shofu- Block-HC were prepared with a microtome device. CAD/CAM blocks were polished with silicone abrasive papers. CAD/CAM samples were standardised in 4.0±0.1mm thickness with digital micrometer. Initial color measurements were taken with a spectrophotometer according to CIE-L*a*b*color system. All samples were put in a thermal cycle device, aged with 10000 cycles. Final color measurements were recorded after the thermal cycle procedure. The color change(ΔE) was calculated. To state the relationship between color change and clinical environment, data were transformed to National-Bureau of Standards(NBS). For statistical analysis Mann-Whitney-U Test with Bonferroni Correction were used with 0.008 degree of signifance. Results: According to the statistical evaluation, Vita-Enamic CAD/CAM hybrid ceramic material showed the highest color-stability when compared with other materials. Tetric-N-Ceram Bulk-fill composite resin was evaluated the lowest color-stability material(p<0.008). Discussion and Conclusion: In a matter of color-stability based materials, ceramic content, size and ratio of inorganic filler particles, structure of organic resin matrix could be concluded that determinative.
Opium poppy that is one of the native crops of Anatolia has been known for centuries in the Mediterranean geography. Opium that was one of the important commodities in the 19th century is a juice of opium poppy. Opium poppy is a multi-dimensional crop. In this context, it is in the group of oil crop, forage crop, cash crop, and medicinal and aromatic plants. Since it is medicinal and aromatic plants, it is demanded by pharmaceutical industry. However, opium is considered as one of the reasons of drug addiction at the same time. From this aspect, opium poppy is both remedy and poison for humanity. In other words, it contains two contradictions within itself such as both therapeutical drug and narcotic drug at the same time. This study analyses the social, political, and economic dynamics of opium in Eastern Thrace within the context of the opium policy of Turkey and opium issue at an international level in the 20th century. In fact, in pursuit of the Balkan Wars of 1912- 1913, the loss of Dedeağaç Port and the Western Thrace hinterlands of Edirne directed the region to İstanbul market. As it is in the example of opium, this situation caused the economic competition of Eastern Thrace with Anatolian provinces. This study analyses the production of poppy seed and opium juice in Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, İstanbul (European side) and Çanakkale (European side) between 1927 and 1933. The opium juice produced in Eastern Thrace supplied the demands of raw material of the pharmaceutical industries in İstanbul. However, the data that take part in literature as to opium poppy farming in Thrace is very limited and dispersed. This study observes the local press of the region, the reports of Turkish Statistical Institute, the Official Gazette, proceedings of the parliaments, and the public records of the Presidency of the Republic of Turkey as primary sources and the secondary literature. Thus, the reasons for the encouragement of opium cultivation in Eastern Thrace, opium poppy farming, the production of opium, and marketing mechanisms in the period concerned. In this context, it provides a new perspective considering the geographical position of Thrace.
Batı Anadolu’da yer alan diğer nehir vadileri (Büyük Menderes-Maiandros, Gediz-Hermos, Bakırçay- Kaikos) ile benzer bir biçimde, tarımsal yönden oldukça verimli bir bölgedir. Doğu-batı doğrultusun- da uzanan vadide, tarım için avantajlı ovanın yanı sıra, Ege Denizi’nde son bulan ve yerleşimlerin ekonomisine önemli katkılar sunan yol ağları geçmektedir. Antik bir toplum için hayati önemdeki bu avantajlar, bölgenin erken dönemlerden itibaren iskâna açılmasını sağlamıştır. Küçük Menderes Nehri, vadide kurulmuş pek çok antik yerleşim için hayat kaynağıdır. Yan kollar ile ana kaynağa ula- şan irili ufaklı pek çok su kaynağı bölgenin tarımsal üretimi için büyük fırsatlar sunar. Verimli ova ve bol su kaynakları bölgedeki antik yerleşimlerin ekonomilerini canlandırmıştır. Vadideki su kaynakları kalabalık kentli nüfusları ile öne çıkan Ephesos ve Hypaipa gibi yerleşimlerin içme su ihtiyacını karşılar. Arkeolojik araştırmalar ve epigrafik veriler Ephesos’a ulaşan bir suyolunun Küçük Menderes kökenli olduğunu göstermiştir. Antik dünyada su yapıları, kent ve kırsalda önemli bir öğedir. Gündelik yaşa- mın sürdürülebilmesi için bir ihtiyacın ötesinde inşa edilen su yapıları, iktidarlar için birer propaganda aracı olarak da işlev görür. Su kemerleri, büyük kapasiteli hamamlar, köprüler, anıtsal çeşmeler inşa ettirilir. Bu araştırmada nehrin antik yerleşimler üzerindeki etkisi ele alınmıştır. Bol su kaynağı ve verimli tarım arazileri ile vadinin kırsal yerleşimlere sunduğu avantajlar aktarılmıştır. Kırsal yerleşimle- rin tarımsal üretimle toplumsal yükselişte olduğu ve hamam yapılarını inşa ettirdikleri anlaşılmaktadır. Bölgede 2019-2022 yılları arasında yürütülen saha araştırmalarında tespit edilen Roma İmparatorluk- Geç Antik Dönem’e tarihlenebilecek iki hamam yapısı tanıtılmaktadır. Bu hamamlardan biri Ödemiş Pirinççi Mahallesi'nde tespit edilmiştir. Pirinççi’deki kalıntıların balneum olma ihtimali yüksektir. Bir diğer hamam ise Kiraz Kaleköy’de tespit edilmiştir.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 5. sınıf öğrencilerinin COVID-19 ile ilgili bilgilerini, kaygı düzeylerini, tutum ve davranışlarını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışma için COVID-19 ile ilgili 5 farklı çalışmadan elde edilen 26 soruluk yeni bir anket kullanıldı. Hazırlanan çevrimiçi anket 18 Mart 2021 tarihinde Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi kliniklerinde hasta bakan son sınıf öğrencilerine gönderildi. Elde edilen verilerin analizinde SPSS 23.0 paket programı kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde 5. sınıfta eğitim gören öğrenciler dahil edildi ve öğrencilerin %92,9’u çalışmaya katıldı. Öğrencilerin %80’inden fazlası COVID-19’un hava ve temas yoluyla bulaştığını belirtti. Kliniklerde çapraz enfeksiyon sebepleri ve hastalığın klinikte yayılmasının önlenmesi için uygulanması gereken ek koruyucu önlemler öğrencilerin büyük çoğunluğu tarafından bilinmekteydi. Öğrencilerin COVID-19 ile ilgili bilgileri ve tutumları genel olarak cinsiyete göre farklılık göstermemekteydi (p>0.05). Katılımcıların %77.8’inin COVID-19 ile ilgili bilgilerini haberler aracılığı ile elde ettiği görüldü. Öğrencilerin çoğunluğunun COVID-19 ile ilgili kaygılarının orta düzeyde olduğu görüldü. Sonuç: Diş hekimliği son sınıf öğrencilerinin az da olsa bir kısmının COVID-19 hakkındaki bilgilerinin ve uygulamalarının yetersiz olması risk oluşturan bir durumdur. Öğrencilerin bilgilerinin sürekli güncellenmesi ve kaygı durumlarının kontrol altına alınması gerekmektedir.
Türkiye-Yunanistan arasında tarih boyunca süregelen bir güvensizlik algısından sözedilebilir. Bu güvensizlik algısının doğal sonucu olarak anlaşmazlık ‘olağan’, işbirliği ise ‘olağandışı’ bir durum olarak kabul edilmiştir. Soğuk Savaş sırasında, iş birliği yapılamamasının ana nedenleri, tarihsel rekabetin yanı sıra düşmanlık ve güvensizlik algısı olarak belirtilebilir. Bu noktada Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde güvenlik algısını belirleyen faktör askeri güç olmuştur. Bu açıdan, her iki devlet birbirlerinin askeri gücünü dış politika çıkarları doğrultusunda tehdit olarak algılamaktadırlar. Karşılıklı kuşku ve güvensizliğin yarattığı bu durum, iki ülke arasında bir güvenlik ikilemine ve döngü halini alan bir silahlanma yarışına neden olmaktadır. Kıbrıs, Ege Adaları, kara suları ve hava sahası gibi anlaşmazlık yaşanılan hususlarda da zaman zaman güvenlik ikilemi had safhaya çıkmıştır. Bu açıdan 1996 yılında yaşanan Kardak krizi ve sonrasında yaşanan gelişmeler ile 2009 yılında keşfedilen doğalgaz rezervleriyle gün yüzüne çıkan Doğu Akdeniz krizi sıcak çatışmaya çok yaklaşılması nedeniyle bu ikilemin yoğun yaşandığı olaylar olmuştur. Yapılan çalışmada söz konusu bu vakalar güvenlik ikilemi yaklaşımı ve silahlanma yarışı bağlamında karşılaştırmalı olarak incelenerek analiz edilmiştir.
Antioxidant related biomarkers (superoxide dismutase, catalase, malondialdehyde) were investigated to evaluate metal (Hg, Cd, Pb, Cr, Cu, Zn, and Mn) bioaccumulation in some organs of fish species (Sparus aurata, Chelon labrosus, Diplodus vulgaris) from the İzmir Bay. Samples were collected at November 2019 from Inner and Outer Bays. Metal and biomarker analyses were carried out by Atomic Absorption Spectrometer and microplate reader, respectively. For metal analyses in organs, higher metal bioaccumulations were found at liver tissues. Higher Hg and Zn concentrations were found in S. aurata, higher Cd, Cr, Cu and, Mn concentrations were detected in C. labrosus and higher Pb concentrations were determined in D. vulgaris. In biomarker results, superoxide dismutase (SOD) and catalase (CAT) activities were generally higher in gills, however, MDA contents were higher at liver. The highest biomarker results were detected at C. labrosus. Statistical analyses were demonstrated that especially MDA content were expressed strong responses for the metal bioaccumulations. Also, Mn levels were considerably correlated with all biomarkers as expected. This study revealed that combined utilization of biomarkers and metal concentrations could be a vital indicator to investigate health status of the marine ecosystems.
Süs bitkileri olarak kullanılan sebzeler hem dekoratif hem yenilebilir ürünlerdir ve bu durum iki yönlü fayda sağlamaktadır. Dekoratif lahanalar pembe, mor ve beyaz renleriyle en güzel süs sebzelerinden biridir. Mor lahana kırmızımsı mordan koyu mora kadar değişebilen çekici yapraklara sahiptir. Karnabaharın beyaz çeşidinin yanı sıra yeşil, turuncu ve mor gibi renkli çeşitleri, dikildikleri bahçelerde güzel görüntüler oluştururlar. Domateslerin bahçelerde muhteşem bir görüntü için ekilebilecek bazı çeşitleri vardır. Renkli pazı da peyzaj anlamında etkileyici görünen türlerden biridir. Bahçelerde yerden tasarruf etmek ve güzel bir görüntü oluşturmak için bir çardak veya kafes üzerinde fasulye, bezelye ve kabak gibi tırmanıcı sebzeler yetiştirilebilir. Mor alabaşlar, gökkuşağı gibi çarpıcı görüntüler oluşturabilmektedir. Parlak renkli marullar ideal süs sebzeleridir ve farklı renkte bordürlere uygulanır. Biber, sıcak havalara sahip bölgelere en uygun etkileyici sınır bitkilerindendir. Patlıcanlar koyu mor, açık mor, beyaz ve çizgili çeşitleri ile yenilebilir süs bitkileridir. Enginarlar süs sebze bahçelerine biraz yükseklik katmak için iyi bir alternatif oluşturmaktadır. Kabaklar süs bitkisi olarak kullanılan sebzelerdendir. Süs tatlı patates çeşidi renkli yapraklara sahiptir ve bu da bu türü popüler peyzaj bitkisi yapmaktadır. Sebzelerin süs bitkisi olarak kullanımı hem dış mekân hem saksı bitkisi olarak mümkündür. Diğer yandan bazı sebzeler süs bitkileri ile birlikte kullanıldığında hastalık ve zararlılara karşı koruma sağlar.
Objectives: The aim of this study was to compare the simulated canal shaping efficiencies of five different NiTi rotary file systems. Materials and Methods: In the study, 100 transparent resin blocks with J-shaped canals were randomly divided into five groups (n=20). Simulated canals were shaped with VDW.Rotate (VR), TruNatomy (TRN), HyFlex CM (HF), EdgeFile X7 (EF), or ProTaper Next (PTN) files. Ten measuring points were detected on the pre- and post-preparation images taken from the blocks and superimposed. After preparation, the total canal width and the amount of transportation were calculated for the determined measuring levels. Zipping and ledge formation, instrument fracture and deformation, and change in working length were evaluated. The data were statistically analyzed with the Kolmogorov-Smirnov test, one-way ANOVA, Tukey test, Chi-Square test, and a Monte Carlo version of the Fisher Exact tests. The error level was taken as 0.05. Results: There were significant differences between the groups at all measuring levels in terms of total canal width after instrumentation (p = 0.001). Significant differences in the amount of transportation were found between the groups (p = 0.001) except at levels 4 (p = 0.169) and 10 (p = 0.054). Zip and instrument fractures did not occur in any group. 3 EF size 25/.04 files were deformed (p = 0.021). There was no significant difference between the groups in terms of ledge formation and working length change (p > 0.05). Conclusions: According to findings obtained in the study, transportation occurred at all 10 measuring levels with all file systems used. HF and EF systems were found to be more reliable in terms of transportation in the middle and coronal regions. Wider canal preparation was obtained with the PTN system in the middle and coronal regions.
Objectives: The aim of this study was to compare four endodontic rotary systems in terms of cyclic fatigue. Material and Methods: 25/.08 Twisted File (TF), TF Adaptive, Reciproc and WaveOne rotary files were used to test the cyclic fatigue strength in this study. Four different artificial canals, compatible with the file size and taper, were created, with the curvature angle and radius of 450-2 mm, 600-2 mm, 450-5 mm and 600-5 mm, respectively. The front surface of the artificial canals was covered with a removable glass plate. The files were operated in the canals according to their own working principles until they fractured. The fracture time was determined by using a chronometer with 1/100 second accuracy and the cyclic fatigue strength was evaluated according to the time until fracture occurs. A total of 40 files, 10 in each canal, were used in each group. SPSS program was used for statistical analysis. Mann-Whitney U test was applied for pairwise comparisons. Bonferroni correction was applied and P<0.008 was considered as statistically significant. Results: In all canals, fracture time was the highest for Reciproc files, followed by WaveOne, TF Adaptive and TF files, respectively. For the canal curvature of 450-2 mm, the Reciproc files were significantly more resistant to fracture than the others. While there was no significant difference between TF Adaptive and TF, WaveOne was significantly more resistant than both groups. In canals with the curvature of 600-2 mm and 450-5 mm Reciproc and WaveOne were significantly more resistant to fracture than TF Adaptive and TF. In addition, TF Adaptive was significantly more resistant than TF. For the curvature of 600-5 mm, the difference between all groups was significant. Conclusions: Regardless of the canal curvature, the Reciproc exhibited the highest cyclic fatigue strength, while the TF showed the lowest fatigue strength.
Abstract: Objectives: The aim is to evaluate the contribution of 3D modeling data to the planning of the maxillofacial surgery and to determine the indications of 3D modeling. Materials and Methods: In this preliminary study, CBCT images of 2 patients with the Kodak 9000 3D (Kodak Carestream Health, Trophy, France) system were used. The segmentation procedures of the pathologies were performed manually, and was followed by the construction of the 3D models. A questionnaire was prepared by consensus of the research team, including the parameters which are critical in preoperative maxillofacial surgery planning. Five oral and maxillofacial surgeons independently evaluated both the traditional CBCT data and 3D model assisted data under the same viewing conditions. The extent of their decision change was scored using a 2 point Likert scale. Conventional (pre 3D model) versus 3D model assisted data (post 3D model) scores were analyzed. Pair-wise comparisons were completed using Fisher’s exact test (P < 0.05). Kappa was used to measure inter-observer agreement. Results: In both of the evaluation sessions (pre and post 3D model), operation time, defect size and complication risk factors showed the highest variation for both patients. The difference between the decision change proportions for the variables of pre and post 3D model sessions were not statistically significant (p>0.05). Except 2 observers with excellent agreement for both evaluations (p=0.036), the agreement rates were fair without statistical significance. Conclusions: The results confirmed that personalized 3D modeling constructed by CBCT data may lead to changes in surgical treatment planning protocol of complex cases.
Background and Aims: The study aimed to investigate the oxidative DNA damage of three commercial mouthrinses Kloroben®, Listerine®, and Majezik® on oral mucosal tissues and peripheral blood of the rats. Materials and Method: Forty male Wistar rats were distributed into four groups: the control group orally treated with 0.5 mL of 0.9% NaCl, and three experimental groups orally treated with 0.5 mL of 1) 0.12% chlorhexidine digluconate and 0.15% Benzydamine HCl (Kloroben® group), 2) 4 essential oil containing (Listerine® group), and 3) 0.5g flurbiprofen (Majezik® group) twice daily, during14 days. At the end of the experimental period, rats were sacrificed, and then 5-(hydroxymethyl) uracil (5HMU) and 2-deoxyuridine (2dU) and 8-hydroxy-2-deoxyguanosine (8OHdG) in the oral mucosal tissues and peripheral blood were measured by Ultra Performance Liquid Chromatography (UPLC). Results: There were no significant differences in 5HMU, 2dU, and 8OHdG levels in rat oral mucosal tissue and peripheral blood between Kloroben®, Listerine®, Majezik®, and control groups for 14 days (P>.05). Conclusions: The present study could not observe the presence of oxidative DNA damage on oral mucosal tissues and peripheral
In this study, we aimed to find the influence of different levels of doneness (rare, medium, over-cooked) on the formation of heterocyclic aromatic amines (HCAs) in Turkish fermented beef sausages (sucuk) cooked by pan-frying method. Six types of HCAs were determined at three different temperatures. Determination of HCA was made using a high performance liquid chromatography (HPLC). IQ, MeIQx and 4,8-DiMeIQx were detected and quantified with DAD detector and PhIP, norharman and harman were determined with fluorescence detector. External standard and recovery methods were both used for the calculation amount of HCAs to obtain results that are more accurate. HCA and soluble protein analyses were performed in rare, medium and over-cooked sucuk samples. Moisture, ash, protein, lipid contents and pH analyses were performed in raw sucuk samples. Total HCA content of sucuk samples was found between 0.65 and 17.90 ng/g. Total HCA content of over-cooked sucuk samples were higher than rarecooked sucuk samples (P<0.05). Norharman was found as the most abundant HCA in sucuk samples, followed by PhIP, 4,8-DiMeIQx and IQ, respectively.
Yığma yapılarda, malzeme parametrelerindeki belirsizliklerin yanı sıra düzensiz duvar örgü biçimi ve taşıyıcı elemanlarda oluşan hasarlar da göz önünde bulundurulduğunda yapısal davranışının ve taşıma kapasitesinin belirlenmesi oldukça karmaşık bir hale gelmektedir. Bu durumlarda nümerik analizlerde basitleştirilmiş yaklaşımların tercih edilmesi, çözüme pratik olarak ulaşılmasına olanak sağlar. Bu çalışmada, yığma taşıyıcı sistemlerin düzlem içi hasar oluşumları ve taşıma kapasiteleri kafes elemanlardan oluşan sayısal analiz modeli kullanılarak belirlenmeye çalışılmıştır. Yığma yapılarda kullanılması açısından yenilikçi bir yaklaşım olarak önerilen bu yöntemde, sadece uzun ekseni doğrultusunda yük taşıyan çubuk elemanlar kullanılmaktadır. Böylece oluşturulan eşdeğer hesap modeliyle gerçekleştirilen doğrusal olmayan analizler ile yapıda dış yük etkisinde meydana gelebilecek hasarların ve maksimum taşıma kapasitesinin elde edilmesi amaçlanmıştır. Literatürde daha önce incelenen yığma yapıların esas alındığı çalışmada, yöntemin avantajları ve dezavantajları karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Gerçek yapıdaki süneklik tepkisinin tam olarak temsil edilememesine rağmen, maksimum taşıma kapasitesinin ve hasar oluşum bölgelerinin kabul edilebilir düzeyde doğrulukla belirlenebileceği görülmüştür. Yaygın olarak tercih edilen kapsamlı modelleme prosedürlerine bir alternatif olarak önerilen eşdeğer kafes model yaklaşımının umut verici olduğu sonucuna varılmıştır.
Türkiye’nin 1970'li yılları, Cumhuriyet dönemi siyasî tarihinin en buhranlı yıllarından birisi olma özelliği taşır. “Ara Rejim” şeklinde bir askeri vesayetin yaşandığı dönemin ilk yıllarında ortaya çıkan partiler üstü hükümet modeli ülkenin temel sorunlarını çözemediği gibi bunların daha da kronik bir durum kazanmasına sebep oldu. Ara Rejim dönemini bitiren 1973 seçimleri Bülent Ecevit liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) zaferiyle sonuçlandı. Uzun uğraşılar sonunda CHP – MSP koalisyon hükümeti tarihi yanılgıyı ortadan kaldırma iddiasıyla kuruldu. Bu hükümetin dış politikadaki en önemli çıkışı Kıbrıs Barış Harekâtı (1974) oldu. CHP lideri Ecevit’in Kıbrıs zaferini sandıktan tek başına iktidar olma yolunda kullanarak koalisyonu bozması ülkeyi yeni bir sürece soktu. Türkiye güçlü bir hükümetin olmadığı bu süreçte bir yandan ABD’nin askeri ve ekonomik ambargosu gibi dış kaynaklı problemlerle boğuşurken, bir yandan da yüksek enflasyon, anarşi, yolsuzluk ve yoksulluk gibi iç problemlerle karşı karşıya kaldı. Siyasî cepheleşmenin/kutuplaşmanın sık sık gündeme geldiği 1970’li yılların ikinci yarısındaki en önemli gelişmelerden birisi de Milliyetçi Cephe adıyla tanınan koalisyon hükümetleri oldu. Bu dönemde merkez solu temsil eden CHP’ye karşı siyasi yelpazenin sağında yer alan milliyetçi-muhafazakâr partilerin güç birliği şeklinde ifade edilen Milliyetçi Cephe Hükümetleri iki kez kuruldu. Bu hükümetlerin ilki Mart 1975 – Haziran 1977 tarihleri arasında, ikincisi ise Temmuz 1977 – Ocak 1978 tarihleri arasında Türkiye'yi yönetti. Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti; Adalet Partisi (AP), Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), ve Mili Selamet Partisi (MSP)'den oluşurken, İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti ise AP, MHP ve MSP üçlüsünün bir araya gelmesiyle oluştu. Dönemde AP’nin Kasım 1979 – 12 Eylül 1980 tarihleri arasında tek başına iktidar olduğu MHP ve MSP tarafından desteklenen hükümet kerhen/örtülü Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak nitelendi. Demirel 12 Mart 1971’de iktidardan uzaklaştırılmasına rağmen 1970’li yıllarda açık ya da örtülü şekilde oluşturduğu Milliyetçi Cephe Hükümetleri ile dönemin en uzun süreli koalisyonunu kurarak ülkeyi yönetti. Bununla birlikte Milliyetçi Cephe Hükümetlerini oluşturan partilerin önceliklerinin farklılığı dönemde iç politikada ekonomik, siyasi ve sosyal sorunların çözülememesine neden oldu. Dış Politikanın konuları ise Kıbrıs Meselesi ve bunun çevresinde oluşan ABD’nin silah ambargosu, Ege Sorunu, Türkiye-AET ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi oldu. Makalede Milliyetçi Cephe Hükümetleri ve uygulamaları döneme ait basın örnekleri ve araştırma inceleme eserlerden faydalanılarak analiz edilecektir.
Objective: The primary aim of the current study was to compare the centering ability and transportation of the Reciproc Blue system in curved root canals with and without prior glide path preparation, using cone beam computed tomography (CBCT). Additionally, the amount of time required for root canal instrumentation was also compared. Materials and Methods: Forty root canals of maxillary molar teeth with curvature angles 30°-40° were included in this in vitro study. All root canals were divided randomly into 2 experimental groups (n=20) as follows: group 1: the root canals were instrumented with a Reciproc Blue R25 instrument, and group 2: glide path was prepared with path-file and the root canals were instrumented with a Reciproc Blue R25 instrument. Working times with Reciproc Blue files were recorded for each group. All teeth were scanned with CBCT before and after instrumentation to evaluate the centering ability and transportation. The data were statistically analyzed using the Shapiro-Wilk test and t-test (p<0.05). Results: No significant difference was observed between the tested groups regarding the centering ability and transportation (p>0.05). The time required for instrumentation using Reciproc Blue after glide path preparation was statistically less than that without the glide path preparation group (p<0.001). Conclusion: In curved root canals, glide path preparation before instrumentation with the Reciproc Blue file had no effect on the centering ability and transportation. However, the amount of time required for root canal instrumentation with the Reciproc Blue files was significantly decreased when the files were used after the preparation of the glide path by path-files.